Otis ile Avrupa ve Tekne Turu

Eşim Ayşegül ile Avrupa’yı arabayla gezme fikri uzun zamandır kafamızda olmasına rağmen sürekli erteliyorduk, ta ki köpeğimiz Otis’i de 2022 yaz tatilinde Türkiye’ye götürmeye karar verinceye kadar.

Otis, Kasım 2020 doğumlu English Springer Spaniel cinsi köpeğimiz ve ailemizin göz bebeği. Özellikle benim açık ara en çok zaman geçirdiğim canlı. Kendisini uçağın kargo bölümünde taşımaya gönlümüz el vermediği için Londra’dan Türkiye’ye köpek götürmek konusunda oldukça yoğun araştırmalar sonucu en iyisinin arabayla hep birlikte gitmek olduğuna karar verdik. Avrupa’yı gezmeyi de istiyorduk nasıl olsa, böylece bir taşla iki kuş vuralım dedik. İyi ki de öyle yapmışız, çok büyük keyif aldık ve bundan sonra her yaz, tatilimizin bir kısmını bu şekilde geçirmeye karar verdik. Aşağıda detaylarını yazmaya çalıştığım bu tatil için 1 Temmuz 2022’de çıktığımız Londra’daki evimize 28 Eylül 2022’de yani tam 90 gün sonra döndük.

Bu yazıda farklı konularda deneyimlerimi başlıklar halinde paylaşmak istedim. Böylece ilginizi çekmeyen başlıkları atlayabilirsiniz. Uzun bir yazı olduğunun farkındayım ama ben bir nevi günlük gibi hem kendim için yazdım hem de umuyorum gezmeyi seven insanlar severek faydalanarak okur.

Başlıklar:

  1. Londra-İstanbul rotası
  2. Otis ile Tekne Turu
  3. İstanbul-Londra rotası

Ekler:

  1. Ek 1: UK-Türkiye rotasını arabayla gidip gelirken yapılması gerekenler
  2. Ek 2: UK-Türkiye rotasında evcil hayvan taşırken yapılması gerekenler

1. Londra-İstanbul rotası

1 Temmuz 2022 günü Londra’dan İstanbul’a gitmek üzere eşim Ayşegül, büyük kızım Ezgi ve onun arkadaşı Becks ile yola çıktık. Bu yolculuğu ilk defa yapacağımız için mümkün olduğunca rotamızı önceden belirledik ve kalacağımız otellerde de rezervasyon yaptık. Öncelikle Londra’dan Folkestone’a gittik, çünkü biletini internet üzerinden önceden almış olduğumuz ve deniz altından geçen bir tren olan Eurotunnel’e buradan arabamızla binerek Fransa’da Calais’e geçtik.

Eurotunnel biletlerimizi online alırken, Otis için de ayrıca ödeme yaptık ve girişte biletimizi kontrol eden bir görevli bizi Pet Reception bölümüne yönlendirdi. Burada Otis’in belgeleri incelendi, derisinin altındaki çip okutularak gerçekten Otis mi olduğu kontrol edildi ve biniş kartımız verildi. Saatimiz geldiğinde de trenin içine arabamızla girdik, daracık bir vagonun içinde tek sıra olarak bütün arabalar dizildik ve biz de arabadan inmeden içinde beklemeye başladık. Tüm arabalar yerleşince de tren hareket etti ve 35 dakika sonra Fransa’daydık.

Calais’de trenden arabayla iner inmez tabii ki trafik sağdan akmaya başladı ama benim uyum sağlamam 1 dakika bile sürmedi. Calais zaten Belçika sınırına çok yakın bir yer olduğundan Fransa’da hiç durmadan önce Brugges’a uğradık ve orada biraz dinlendikten sonra Gent yakınlarındaki ilk otelimize doğru devam ettik.

Otel seçimlerimizi yaparken en öncelikli kriterimiz evcil hayvan kabul ediyor olmasıydı. İkinci kriterimiz çok enerji dolu bir köpek olan Otis ile sabah yürüyüşlerini yapabileceğim bir yer olmasıydı. Bu yüzden de Gent’in dışında Sint-Martems-Laten diye bir bölgede Hotel Torenhof adında bir otelde yer ayırtmıştım. Ama öyle güzel bir yermiş ki burası, yanından Leie nehri geçiyor ve bu nehrin kıyısında her biri bir sanat eseri gibi evler sıralanıyor. Burası bu yolculuk boyunca en çok aklımda kalan yerlerden birisi oldu.

Ertesi sabah erkenden Otis ile uzun ama çok keyifli bir yürüyüş yaptım ve sonrasında önce Gent şehir merkezine gittik. Burası da çok eski ama bir o kadar da güzel binaların olduğu bir şehir ve nehir kenarındaki kafeler turist doluydu.

Burada birkaç saat geçirdikten sonra önce Eindhoven’a gittik ve orada çok hızlı bir şehir turu yaptık, öğle yemeği yedik ve o gece kalacağımız Almanya’daki Kassel şehrinin biraz ilerisindeki Eisenach kasabasına doğru yola çıktık. Aslında adı üstünde Kassel’deki ünlü kaleyi ziyaret ederek otele geçmeyi düşünüyorduk ama akşam olduğundan Kassel’de sadece akşam yemeği yemeye zamanımız kaldı. Bu arada yemek için hep Google’ı kullandık ve notu yüksek restoranları seçmeye, farklı tatlar denemeye çalıştık. Kassel’de de çok güzel bir tapas restoranında yer bulabildik ve ben araba kullandığım için çoğu restoranda olduğu gibi içki içmeden sadece yemeklerle idare ettim. Sanırım araba ile yolculuk yapmanın kötü tarafı da bu.

Yemek sonrası Eisenach’a zaten geç saatte gelip sabah erken saatte çıkmayı hedeflediğimiz için ana yola yakın bir otel ayarlamıştık. Sabah orada da çok erken saatte Ezgi ve Otis ile kimsenin olmadığı sokaklarda ve küçük bir ağaçlıkta yürüyüş yaptık, herkes uyurken burayı da keşfedip Çekya’daki ilk durağımız olan Karlovy Vary’ye doğru yola çıktık.

Karlovy Vary, termal suları nedeniyle çok talep gören, birçok oteli ile binlerce turist ağırlayan tarihi bir kent. Termal sulardan şifa bulmak için gelen, Atatürk dahil birçok insan olmuş tarih boyunca. Otellerde yüzme havuzları, spalar ve çeşitli hastalıklar için tedavi merkezleri ve çok ciddi sayıda çalışan doktor ve sağlık personeli var. O yüzden otellerde bizim gibi tatil amaçlı turistler dışında uzun süre tedavi amaçlı kalan çok insan var. Bir de tesadüfen Doğu Avrupa’nın en prestijli film festivali olan Karlovy Vary Film Festivali’nin 56.sı da biz oradayken yapılıyordu, bu yüzden ayrıca da bir kalabalık vardı. BMW’nun sponsor olduğu festivalde, sanırım daha çok Doğu Avrupa’da ünlü ve çok güzel giyinmiş sanatçılar açık havada düzenlenen büyük bir partiye getiriliyordu. Akşam Ezgi ve Becks kendileri takıldılar, biz de Ayşegül ile bir arkadaşımın tavsiye ettiği bir restorana gittik. Yolunuz buraya düşerse Promenada isimli bu restorana gelmenizi tavsiye ederim. Başlangıç olarak beef tartar tavsiye ederim, çok deneyimli bir garson her şeyi masada sizin gözünüzün önünde sizin seçimlerinize göre hazırlıyor. Yemek sonrasında ise tatlı olarak crepes souzette isminde bir tatlı tavsiye ederim, onu da masaya gelerek sizin önünüzde pişiriyor.

Burası oldukça dağlık da bir yer, hatta bir tepeye füniküler çalışıyor. Ben de ertesi sabah Otis ile yürüyüşe çıktığımda bir dağın tepesine doğru yürümeye başladım, meğer fünikülerin çıktığı tepeymiş hızımızı alamayıp geldiğimiz yer. Orada da bir restoran, küçücük bir hayvanat bahçesi, bir gözlem kulesi vardı ama yine çok erken saatte yürüdüğüm için bunlar kapalı ve ortalarda da hiç kimse yoktu. Bu tepeden şehrin manzarası da çok güzel, her yer termal su sayesinde de yemyeşil orman ve bu ormanın içine serpiştirilmiş tarihi bir şehir. Burası 3-4 gün çok keyifli tatil yapılabilecek bir yer olarak listemize eklendi.

Karlovy Vary’de de 1 gece kaldıktan sonra 2 gece kalacağımız Prag’a doğru yola çıktık. Zaten sadece 1.5 saat uzaklıkta olan Prag’da hem arkadaşım hem de Prag’da ortak bir girişimimiz olan Hakkı ile buluştuk. Hakkı’nın eşi Çek, iki çocuğu ve iki köpeği ile uzun süredir Prag’da yaşıyor. Bizi önce planladığımız gibi kendi köpeklerini de götürdüğü veterinerine götürdü ve Otis’e Avrupa Birliği pasaportu aldık. Bu sayede her ülkeye rahatlıkla girebilir hale geldik. Daha sonra da şehrin içinde kısa bir yürüyüş yaparak Prag hakkında ilk bilgilerimizi birinci elden almış olduk.

Prag’a Pazartesi vardık, ama salı ve çarşamba günleri resmi tatilmiş, o yüzden insanlar Pazartesi ile birleştirip tatile gitmişler. Bu nedenle şehirde yerli insandan çok turist vardı. Hakkı’nın tavsiyesi ile otelimizi şehir merkezinde ayarlamıştık, bu sayede yürüyerek birçok yere ulaşabildik. Prag gerçekten dünyanın en güzel şehirlerinden birisi, aynı zamanda da belki de en iyi korunan şehirlerinden. Sanki yaşayan bir müzede dolaşır gibi hissediyorsunuz sürekli. Şehrin girişinde bilet kesseler olur diye düşündüm hep.

Ertesi sabah Hakkı arabasıyla ve köpekleriyle bizim otele geldi, Otis’i de alıp birlikte onun sürekli yürüyüş yaptığı büyük bir parka gittik. Orası da yemyeşil, içinde küçük bir nehir olan, insanların sabah yürüyüşlerini ve sporlarını yaptığı çok keyifli bir yerdi. Otis suyu görünce her zaman olduğu gibi koşarak atladı ve yüzdü. 2 saatten fazla burada yürüdükten sonra Hakkı bizi otele bıraktı. Sonrasında Otis’in banyosu, kahvaltı vs. derken öğlen oldu ve öğleden sonra Ayşegül ile hayran bir şekilde şehri turlamaya devam ettik. Çok yorulmamıza rağmen şehir insanı sürekli içine çekiyor. Akşam da Hakkı eşiyle birlikte bizi çok güzel bir restoranda ağırladı. Eska adındaki bu restoranın sahibinin farklı konseptlerde restoranlar açarak tek başına vizyonuyla Prag’ın kaderinde etkisi olduğunu söyledi Hakkı.

Prag’ın ortasında Vltava isminde büyük bir nehir geçiyor. Bu nehrin ortasında da bir adacık var. İkinci sabah Hakkı ile şehir içinden yürüyerek oraya gittik, köpeklerimiz koşturdu, Otis o koca nehirde de yüzdü. Sonrasında da Hakkı ile vedalaştık ve bir sonraki durağımız olan Ceski Krumlov’a doğru yola çıktık.

Ceski Krumlov, Prag’ın güneyinde küçük bir kasaba ve buraya gitme nedenimiz Londra’daki evimizin inşaatını yapan mühendisin Çek olması ve bize buraya mutlaka gitmemizi tavsiye etmesi. Burası gerçekten de yabancılardan çok Çeklerin bildiği olağanüstü güzel bir yer. Vltava nehrinin bir S yaptığı yerde kurulmuş olan bu kasabada insanlar nehirde kanolarıyla geziyor, restoranlarda yemeklerini yiyip çeşitli biraları içiyor. Binalar çok eski zamanlardan kalmış ama çok da iyi korunmuş ve bu yüzden bir başka aleme yolculuk yapmış gibi hissediyorsunuz. Kaldığımız otel de çok severek kaldığımız 4-5 odası olan çok eski bir evden otele çevrilmiş bir yerdi.

Burada ben her yerde olduğu gibi erkenden kalkıp hiç kimse yokken yollarda Otis ile şehrin turistik olmayan diğer taraflarında keşfe çıktım. Oralarda da Vltava nehrinin kenarına yapılmış evler, yollar ve parklar arasında dolaştıktan sonra mest olmuş bir halde otele döndüm. Kahvaltı ve duş sonrası da Budapeşte’ye doğru yola çıktık.

Budapeşte’ye en kısa yol Avusturya üzerinden ve Viyana içinden geçerek gidiliyor. Viyana da görmeye değer bir şehir olmasına rağmen sadece benzin almak için durduk ve akşamüstü Budapeşte’deki otelimize vardık. Buradaki otelimiz de şehrin içinden gecen Tuna nehrinin ortasındaki bir adada yer alan bir termal oteldi. Bu otelin bende şöyle bir anısı vardı. 1995 yılında kurduğumuz yazılım şirketimiz Coretech ile Unilever’e bir yazılım geliştirmiştik ve bu yazılım Unilever tarafından dünyada standart kabul edilmişti. Benim yönettiğim bu proje nedeniyle, ben de 20’den fazla ülkeye giderek bu yazılımı kurmuş, eğitimini vermiş, ek geliştirmeler yapmıştım. Budapeşte o zamanlar sayısız kez geldiğim yerlerden bıiriydi ve her zaman da bu otelde kalırdım. Bunca sene sonra aynı otele ailecek gelmek çok güzel bir duygu oldu benim için.

Margaret Adası’ndaki bu termal otelde 2 gece kaldık. Adanın kendisi zaten tek başına ayrı bir kompleks gibi, içinde halkın kullanabildiği yüzme havuzları, futbol sahaları, konser salonları, çok büyük parklar, arkeolojik kalıntılar, restoranlar ve daha birçok şey var. Tuna nehrinin bir tarafının adı Buda diğer tarafının Peşte ve burası da Prag gibi Avrupa’nın en ünlü ve güzel şehirlerinden. Ancak Prag’daki gibi şehrin aynı özenle korunduğunu söylemek zor. Tarihi binaların yanında onunla hiç alakası olmayan tarzda bir bina görebiliyorsunuz. Sokaklar daha kirli, binalar daha bakımsız. İkisi de Doğu blokunun yıkılması ile bağımsızlaşan ülkeler olmasına rağmen Çekya çok daha hızlı şekilde batıya ayak uydurmuş, daha yüksek gelir seviyesine ulaşmış, nispeten daha demokratik ve daha az yolsuzluk olan bir ülke olarak yoluna devam ediyor. Bunu zaten istatistikler de söylüyor ama gözle de görülebiliyor bence.

Budapeşte’deki ilk günümüzü Margaret adasında gezerek ve otelin termal havuzlarında yorgunluk atarak geçirdik. İkinci gün biraz şehir içinde gezdik, geceleri gençlerin takıldığı barlarda biz gündüz dolaştık. Böylece Budapeşte biraz tembellik yaptığımız ve dinlendiğimiz bir durak oldu.

Macaristan sonrası hedefimiz fazla oyalanmadan Türkiye’ye gitmek olduğu için son gecemizi geçireceğimiz Sırbistan’ın Nis şehrine doğru yola çıktık. Rotamızda Avrupa Birliği üyesi olmayan tek ülke Sırbistan olduğu için Macaristan-Sırbistan ve sonrasında Sırbistan-Bulgaristan sınır kapılarından geçmek durumunda kaldık. Kurban Bayramı ve okulların tatil olması nedeniyle bu sınır kapıları çoğunluğu gurbetçi Türklerin oluşturduğu bir yoğunluk yaşıyordu. Her sınır kapısında 2-3 saatlik beklemeler yaşadık, sanırım bu yolculukta en can sıkıcı zamanları burada beklerken geçirdik.

Sırbistan’a girdikten sonra Belgrad içinde de durmadan devam ederek Nis’e 7 saatlik bir yolculukla gece vardık. Kaldığımız otel oldukça sıradan, yol üstü sayılabilecek ve Nis’in kenar mahallesi diyebileceğimiz otoyola yakın bir bölgedeydi. Ben sabah erken Otis ile yürüyüşe çıktığımda sanki bir Anadolu kasabasına gelmişim gibi hissettim. Çevremde ilk defa sokak köpekleri dolaşmaya başladı, evler genelde bahçeli tek katlı veya iki katlı, birçoğunun sıvaları yapılmamış gibiydi. Bu mahalleden şehrin merkezine doğru yürüdükçe mimari de değişmeye başladı, daha yüksek binalar, geniş ve düzenli yollar ile karşılaştım. Ama yine de gelir düzeyinin düşük olduğunu düşündürten bir bakımsızlık hali dikkatimi çekti. Bir süre sonra çok güzel bir nehre ulaştım, üzerindeki köprüyü de geçerek şehir merkezine geldiğimde tarihi bir kale gördüm. İçeride benden başka kimse yoktu neredeyse ama çok geniş ve yemyeşil bir park haline getirilmiş olan bu kalenin içinde Otis’i de serbest bırakabildim, o da doyasıya koştu.

Saat ilerledikçe insanlar gelmeye başladı ve ben de kaleden çıkıp kalabalığın olduğu yere doğru gittim. Gittiğim yerde bizim pazarların neredeyse aynısı bir pazar ile karşılaştım. Sebze ve meyve satan pazarcılar ile müşterileri neredeyse Türkçe konuşacakmış kadar bizden birileri gibi göründü gözüme. 3 saate yakın bir yürüyüşten sonra döndüğüm otelin resepsiyonundaki kız, bizim Türk olduğumuzu anlayınca benimle çat pat Türkçe konuşmaya başladı, nereden öğrendiğini sorduğumda da Türk dizilerinden olduğunu söyledi.

Yine kahvaltı ve duş sonrası bu defa hedef İstanbul’daki hedefimiz olacak şekilde yola çıktık. Geçmemiz gereken iki sınır kapısı vardı, birisi Sırbistan-Bulgaristan, diğeri de Bulgaristan-Türkiye. Sadece kısa yemek molaları ve Otis için çiş molaları vererek yolumuza devam ettik. Sofya içinde de fazla oyalanmadan biraz da gaza basarak gece yarısına doğru İstanbul’a vardık.

Böylece 1 Temmuz 2022 tarihinde Londra’daki evimizden çıkıp, 11 Temmuz 2022 tarihindeyani 11 günde İstanbul’daki evimize varmış olduk. Hedefimiz çok yorulmadan, olabildiğince farklı yerler görerek, köpeğimiz Otis ile tatil havasında keyifli bir yolculuk yapmaktı ve bunu da başarmış olduk.

Bu yolculuğun dönüsünü de aşağıda yazdım. Dönüşü daha güneyden yani Türkiye-Yunanistan-İtalya-İsviçre-Fransa-UK olarak planladık ve o da çok güzel bir yolculuk oldu.

Instagram hesabımdan da paylaşımlarımı takip edebilirsiniz: https://www.instagram.com/erdemy

2. Otis ile Tekne Turu

Londra’dan İstanbul’a geldikten sonra küçük kızım ve en yakın arkadaşı Tiger da bize katıldı. Birkaç gün de hep birlikte İstanbul’da zaman geçirip Alaçatı’ya gittik. Alaçatı’da temmuz sonuna kadar ailecek ve kızlarımın farklı ülkelerden arkadaşlarını ağırlayarak geçirdik. Burada kaldığımız otel ile ilgili daha sonra sürpriz bir yazı yazacağım, şimdi tekne turumuza geçelim.

2016’dan bu yana yazları tekne ile farklı yerleri gezmek benim için en büyük keyif. Bu yıl farklı olarak köpeğim Otis de bizimle tekneye geldi. Onun teknede ne yapacağı ve bu büyük keyfimin nasıl etkileneceğini çok düşünüyordum ama 7 hafta kadar kaldığımız teknede neredeyse hiç sorun çıkarmadı. Aksine onunla olmak tekne gezilerime çok ayrı bir boyut kattı çünkü onun sayesinde istisnasız her sabah erken uyandım ve uzun yürüyüşler yaptık birlikte. Normalde hiç yürümeyeceğim yerlere Otis ile hem de çok büyük bir zevkle yürüdüm, çok güzel fotoğraflar çektim.

Yaşadığımız tek sorun Otis’in deniz suyu içerek ishal olmasıydı. Londra’da Hampstead Heath’deki göllerde her gün yüzmesi ve yüzerken de göl suyunu içmesi yüzünden deniz suyunu da içebileceğini sandı. Ya da göllerde su içinde yüzerken, oynarken boğazına kaçan suyu içmeye alışık olduğundan denizde de aynısını yaptı ama deniz suyu tuzlu olduğundan içtiği su onu çok şiddetli ishal, bazen kusma şeklinde hasta etti. Tuzlu suyun böyle bir etkisi olduğunu ben de bilmiyordum ve bu konuda okuyunca fazla deniz suyunun öldürücü etkisinin bile olabileceğini gördüm. Bu yüzden bu gezi boyunca denize girmeden önce Otis’e zorla da olsa su içirdim, 15 dakikadan fazla yüzmesine izin vermedim. Su içinde at-getir tarzı oyunları çok az oynadım, çünkü ağzıyla getireceği top ya da ağaç dalını ısırdığı zaman ağzı açık kalıp boğazına kaçan suyu içmek zorunda kalıyordu. Kötü olan durum ise, ishal olduğunda kendisi de farkına varamayıp silkinerek kurulanmaya çalışırken etrafı çok kötü kirleterek tuvaletini yapmasıydı. 2-3 kez başımıza gelen bu durumu engelleyecek şekilde davranmayı öğrendik sonunda. Onun dışında Otis inanılmaz uyumlu bir şekilde kaldı bizimle ve ondan daha iyi bir tekne arkadaşı düşünemiyorum simdi.

Otis, başta tekne sallandığı için çok tedirgin oldu, özellikle yelken açıp da tekne yan yattığında benim kucağıma gelmeye çalışıyordu. Teknede sürekli bir yere sırtından bağlı tuttuk, denize düşmesi en büyük kabusumuz olabilirdi çünkü. Sonradan, teknenin yan yatmasından çok hoşlanmasa da alışmaya başladı. 7 hafta boyunca ikimiz aynı yatakta yattık, sırtını bana dayamadan uyumadı, ben ne zaman hareket etsem o da peşime takılmak istedi. Öyle ki teknenin küçücük tuvaletine hiç yalnız giremedim, hep tuvalette bile ayağımın dibinde yattı. 

Ama tüm bunlara rağmen gittiğimiz her yerde herkesin ilgisini çekti. Bu sayede bizim de çok sosyalleşmemizi sağladı. Önceki yıllara göre çok daha fazla insanla tanıştık, sohbet ettik. Hele teknesinde bizim gibi köpeği ile gezenleri görürsek akraba görmüş gibi oluyorduk. Kısacası artıları eksilerinden kat kat fazlaydı benim için.

Gezimize başlayacağımız Selimiye’de teknemiz bizi bekliyordu, 30 Temmuz akşamı oraya 2 araba halinde 6 kişi vardığımızda her yer o kadar kalabalıktı ki arabamızı park edecek yer bulamadık. Pandemi sonrası ilk özgür yaz tatili olduğundan sanırım, herkes kendini güneye atmıştı. En sonunda özel bir otoparkta, görevliye ekstra para ödeyerek iki arabamız için de yer bulduk. O akşam Selimiye’de kaldıktan sonra ertesi gün, önceden kaptanımız Kenan’ın rezervasyon yaptırdığı Kuzbükü’ndeki Neighbours Restaurant’ın iskelesine bağlandık.

Kuzbükü, Hisarönü körfezinde bizim en çok sevdiğimiz koylardan birisi. Uzaktan korunaklı bir koy gibi görünmeyen bir yer olan Kuzbükü, önündeki Koca Ada sayesinde teknelerin rahat geceleyebildiği bir yer. Sadece arada hızlı geçen motor-yatların yarattığı dalga kıyıya büyüyerek geliyor ve iskeleye bağlı tekneleri sarsabiliyor. Her yıl geldiğimiz Kuzbükü’ndeki Neighbours Restaurant’ın ortakları bu yıl ayrılmışlar ve restoranı da tam ortadan ikiye bölmüşler. Ortaklardan Menderes Bey şimdi yarı mekanda hizmet veriyor, menü yine çok güzel, hatta fiyatlar ortalamanın üzerinde olsa da bu koydaki en iyi menü diyebilirim. Bakalım seneye diğer yarıda da başka bir işletme gelirse nasıl bir yer olacak bu güzelim yer.

Kuzbükü’nden sonraki koy Kocabahçe Koyu, burası oldukça geniş ve kapalı bir koy, o yüzden teknelerin fırtınalı günlerde rahatlıkla kalabileceği bir yer. Kapalı sayılabilecek bir koy olmasına rağmen deniz çok temiz ve berrak. Bu koyda girişte sağ tarafta nasıl izin alıp da yapıldığını bilmediğim denize sıfır yazlıklar var. Çok güzel görünen ama muhtemelen kaçak olarak yapılan bu evler yaygınlaşırsa artık tekneyle doğaya değil evleri seyretmeye gidiyor olabiliriz. Koylarda restoranların olması bir ihtiyaç ama yerleşim yeri haline gelmesi durumunda rant için insanların doğayı katledeceği de kesin.

Burada 2 gün kaldık, çünkü hem çocuklar denizi çok sevdiler hem de guletlerle tatile çıkmış iki farklı arkadaş grubumuzla karşılaştık. Böyle yerlerde arkadaşlarla karşılaşmak da ayrı bir keyif doğrusu. Aslında bu koyları mutlaka bizim gibi özel tekneyle gezmek gerekmiyor, onun yerine genelde 6 kamarası olan, bu yüzden de daha çok insanın binebildiği, geniş oturma, güneşlenme ortamları olan, yemekleri yapan personelin çalıştığı guletlerle gezmek de mümkün. Hatta guletler kalabalık gruplar için hem daha ucuz hem de daha konforlu. Yelkeni spor olarak yapmayacaksanız bence gulet ile mavi yolculuk turları daha iyi bir tercih olabilir kısa tatiller için.

Kocabahçe’den sonraki koy Dirsekbükü. Benim en sevdiğim koylardan olan Dirsekbükü’ne de her yıl gitmeye çalışıyorum. Dönüşte buraya gelmek üzere yolumuza devam ederek yarımadanın güneyine döndük ve Bozburun Yat Kulübüne bağlandık. İlk defa geldiğim bu mekan da çok kaliteli ve özenle tasarlanmış bir yer. Küçük bir iskelesi olduğu için az sayıda tekne bağlanabiliyor, bu nedenle önceden rezervasyon şart. Çok keyifli zaman geçirilebilecek bu mekanda menü de oldukça zengin, servis çok iyi, ama yemek kalitesinin daha iyi olmasını beklerdim doğrusu. Burada denize girerken karşımızda demirlemiş dev bir tekne vardı, söylediklerine göre Bill Gates bu tekneyi kiralamış. Belki akşama buraya gelir de tanışırız diye umutlandım ama herhalde gelse restoranı sadece ona tahsis ederler, korumalar her yeri kaplar ve bizi içeri almazlardı. Dünyanın en zengin adamı olmak, dünyanın en özgür insani yapmıyor sizi, istediğiniz yere istediğiniz anda gidemiyorsunuz. Bu durumda zenginlik nedir konusunda düşünmekte yarar var doğrusu.

Bozburun’dan geri dönüp Dirsekbükü’nde iskeleye bağlandık. Buradaki restoranı işleten Ali ve yeğeni Levent çok samimi insanlar, doğal hallerini hiçbir zaman kaybetmiyorlar. Ali at yarışlarına meraklı, sürekli altılı ganyan oynayan, bu yüzden karısından sürekli laf yiyen birisi. Bizim yarış atlarımızın olması ve şimdi kapalı olsa da bir zamanların efsane sitesi Beygir.com kurucusu olmamız yüzünden de apayrı bir dostluğumuz var. Levent ise son derece girişken ve çalışkan birisi. Bu defa onun da zamanı vardı ve geçmiş yıllarda restorana gelen ünlü kişilerle ilgili çok komik anılarını anlatıp bizi gülmekten yerlere yatırdı. Ünlü kişiler derken örnek olarak Tom Hanks, Steven Spielberg, Oprah Winfrey gibi isimleri sayarsam ne demek istediğim daha iyi anlaşılabilir. Hikayeleri ise burada yazmak Levent’e haksızlık olacağından yazmıyorum, gidip kendiniz Levent’ten dinlemelisiniz.

Dirsekbükü’nden sonra Selimiye’ye giderek yelkenli teknemizden indik ve Bodrum’da ortağım Tarkan’ın Lagoon 46 model katamaranı ile 1 hafta Gökova’yı gezmek üzere Gümüşlük’e doğru yola çıktık. Tarkan’ın kaptanı Murat Gümüşlük’de bizi bekliyordu ve arabalarımızı oraya park edip katamarana geçtik. 2 gece kaldığımız Gümüşlük bence Bodrum’daki en keyifli yerlerden birisi. Ben sabahları Otis ile burada da koyun önündeki yarımadada yürüyerek koyun dış tarafında Otis ile denize girdim. Gümüşlük koyunun denizi biraz yosunlu ve kapalı olduğu için de çok berrak değil ama yarımadanın açığa bakan tarafında deniz cam gibi. Zaten bunu bilen Gümüşlük’ün yerli halkından da orada erken saatte yüzenler vardı. Otis sayesinde ben de yerli halkın yüzdüğü yerleri keşfetmiş oldum.

Gümüşlük’de 2 gün kaldıktan sonra Ayşegül, çocukları ve misafirlerini geri götürmek üzere tekneden indiler. Biz de Otis, kaptan Murat ve miço Burak ile tekneyle Gümüşlük’ten çıkıp Turgut Reis’in karşısındaki Çatal Ada’ya demirledik. Böylece ben de misafir ağırlama modundan çıkıp gerçek tatil moduna girdim. Yelkenli teknedeyken hep restoranların iskelelerine bağlandığımız için tekneden inmek ya da binmek hiç sorun olmuyordu ama katamarandayken neredeyse hiç restoran iskelesine bağlanmadık. Çünkü restoran iskelesine bağlandığımızda yazılı bir kural olmasa da bu, yemeği orada yememiz gerekiyor. Yelkenli teknede kalabalıkken yemek yapmak zahmetli olduğundan restoranlara bağlanmayı tercih ettik ama katamaranda alan çok geniş olduğundan yemek yapmak da ayrı bir keyif haline geliyor. Ancak böyle olunca da iskeleden uzakta olmak durumunda kalıyoruz ve tekneden karaya çıkmak için dingi yani bot kullanmamız gerekiyor. Ayrıca Otis’in her sabah çiş ve yürüyüş, gün içinde de ara ara çiş için karaya çıkması gerektiği için de sürekli bot kullanmamız gerekti. Otis de botun karaya çıkmak demek olduğunu kavrayınca çişi geldiğinde bota yönelmeyi ve bize işaret vermeyi öğrendi.

Miço Burak bizi her sabah botla karaya bırakıp 2-3 saat sonra almaya geldi, biz de Otis ile her yeri keşfetmek, ağaç dalları ile at-getir oynamakla geçirdik her sabahımızı. Otis bir av köpeği olduğu için çok enerji dolu ve bu enerjisini atmazsa teknede yaramazlık moduna girebiliyor. O yüzden yürüyüş ve oyunla onu yormak günün en önemli aktivitesi benim için. Tabii onu yorarken ben de yoruluyorum ve dönüşte birlikte bir süre yüzüp arkasından şekerleme yapıyoruz.

Çatal Ada’ya da indiğimde Bodrum’a bu kadar yakın bir yerin bu kadar bakımsız, kirli ve gözden çıkarılmış halini görünce çok üzüldüm. Buranın halini görünce Yunan adalarının bize ait olmamasına üzülmemek hatta insanlık adına sevinmek lazım. Küçücük bu adaya günübirlik gelenlerin kullandığı 4-5 tane piknik masası tarzı banklar dışında bir şey yoktu. Ortalıkta bir gün öncesi ziyaretçilerin bıraktığı çöpler, poşetler, karpuz kabukları, tavuk ve balık kemikleri ortalığa saçılmış halde duruyordu. Yunan adalarındaki temizliği ve düzeni lafta herkesten çok milliyetçi olan bizim insanımıza göstermek lazım.

Ertesi gün biraz rüzgâr olduğunu görünce gün içinde katamaranın yelkeni ile keyif yapmak istedim ve kaptanımız Murat ile Bodrum açıklarında dolaşmaya başladık. Katamaranda yelken yapmak ile mono teknede yelken yapmak arasında çok ciddi fark var. Katamaran konfor olarak çok üstün olmasına rağmen mono teknelerde yelken yaparken bambaşka bir his yaşıyor insan. Özellikle güçlü bir rüzgarda orsa ya da apaz seyirde yana yatmış şekilde dümen tutarken benim hissettiğim duygu, sanki bir martı gibi denizin üzerinde rüzgarı içime çeke çeke uçuyormuşum hissi. Saatlerce bu şekilde dümen tutabilirim ve hiç yorgunluk hissetmem.

İki-üç saat bu şekilde gezdikten sonra Karaincir koyuna gittik ve oradaki restoranlardan birisinin tonozuna bağlandık. Bu koyda yan yana dizilmiş restoran ve otellerin çoğu orta gelir seviyesindeki ailelerin tatil yaptığı, yemekleri temiz ve fiyatları uygun yerler. Bu otellerin yan tarafları da Bodrum’un her yerinde olduğu gibi tatil siteleri ile dolu. Buradan sonra kaldığımız diğer koy Bodrum’da herhangi bir yerleşimin ya da binanın olmadığı Akvaryum koyu oldu. Gümbet ve Bitez arasından güneye doğru uzanan bir yarımadanın en ucunda ve doğu tarafındaki bu koyda su da çok güzel. Biz yine sabah erkenden Otis ile karaya çıkıp Bitez’e kadar çok güzel bir patikada yürüdük. Yarımadanın her yeri kayalıklardan oluşuyor, bu yüzden büyük ağaçlar yok, daha çok maki tarzı küçük ağaçlar var. Patika tamamen taş ve kayalardan oluşuyor, o yüzden bilekleri saran bir ayakkabı şart, yoksa ayağı burkmak an meselesi. Bu patikayı o kadar sevdim ki, birkaç gün sonra eşim ve onun Avustralya’da yaşayan abisi Timuçin de bize katıldığında Timuçin’i de buraya getirdim. Yürümeyi benim gibi o da çok sevdiği için büyük bir keyifle yürüdük burada. Bu arada tekneden değil de karadan da bu patikada yürüyen çok sayıda insan vardı ve hatta Londra’dan tanıdığım bir arkadaşımla bile karşılaştık. Sokakta Erdem Abi diye birilerinin seslenmesine alışığım ama böyle bir yerde de Erdem Abi diye seslenince birisi oldukça şaşırdım.

Ayşegül ve Timuçin de bize katıldıktan sonra Gökova körfezine doğru ilerledik. Önce Pabuç Koyunda, sonra Çökertme’de kaldık. Uzun yıllardır geldiğim bu yerlerde gecen yılki yangının yaptığı tahribatı görünce insanın içinde çok büyük bir öfke doğuyor. Çökertme’de neredeyse köydeki evleri ve otelleri bile yutacak kadar yakına gelmiş yangın ve her yer siyahlaşmış. Doğa buraları hızlı şekilde yeniden yeşile çevirecektir ama geçen yıl bu yangınları söndürmek için bir tane bile uçağımızın olmayışı, hükümetin utanmazca kendini haklı çıkarma çabasını düşündükçe, burada yanan hayvanları, bitkileri düşündükçe en büyük yalanlarının ‘yaratılanı severiz yaratandan ötürü’ olduğunu, tek sevdiklerinin kendi cepleri olduğunu net olarak görüyorsunuz.

Buralarda birkaç gün daha geçirdikten sonra tekrar Gümüslük’e döndük ve ben katamarandan inip oradan yeniden kendi teknemize gitmek üzere Orhaniye’ye yola çıktım. Ayşegül ve Timuçin de Çeşme’ye döndüler.

Orhaniye’ye vardığımda hava kararmıştı, arabayı park edip koyun içinde demirlemiş tekneye ulaşmak için Kenan beni iskeleden eşyalarımla birlikte aldı. İçinde her türlü değerli evrak, para, bilgisayarım olan sırt çantamı sırtıma, diğer eşyalarımı botun içinde yere koydum. Bir süre sonra ayağımda su hissetmeye başladım ve bot hızlı bir şekilde su almaya başladı. Zaten oldukça küçük ve yavaş giden bir botta, nereden geldiğini anlayamadığımız bir su yüzünden karanlıkta teknemize ulaşmadan suya gömülme ihtimalimiz vardı. Sonuçta boğulacak değildik ama bütün eşyalarımızı kaybedebilirdik. Elimizde suyu boşaltacak bir şey de olmadığı için, ya iskeleye geri dönmeli ya da bir an önce tekneye ulaşabilmeliydik ki, biz tekneye ulaşmayı denedik ve bir süre sonra bunu başardık.

Ertesi gün botu incelediğimizde ön taraftaki bir ek yerinin ayrıldığını, oradan içeri giren suyun botun arka tarafından da botun havuzluğuna girdiğini gördük. Kenan tekneden iskeleye beni almaya gelirken bot hiç su almamıştı ve ön tarafı biraz havaya kaldırarak gitsek aslında yine su almayacaktı ama iki kişi ve eşyalar olunca durum değişti. Botu en kısa sürede yaptırabilmek düşüncesiyle Datça’ya hareket ettik ve çok güzel bir rüzgarda yelken yapınca ben akşamki kabusu unuttum bile.

Datça’da, Kenan, ben ve Otis 4 hafta boyunca kalacağımız Yunan adaları gezimiz için alışveriş yaptık, ıslanan eşyalarımızı yıkattık, ertesi gün de Türkiye’den çıkışımızı yaparak yola çıktık. Çıkış yaparken kimse teknede bir hayvan var mı yok mu sormadı bile, aynı şekilde Kos’tan giriş yaptığımız Yunanistan’da da soran olmadı. Kos’da botumuzu yaptırabileceğimiz bir yer bulamadık, sonraki adalarda da hep tamir yapabilecek bir yer aradık ama hiçbir yerde bulamadık, en sonunda Naxos’da bulduğumuz bir yerden yenisini sipariş ettik ve Atina’dan gelmesini bekledik.

Kos’da limana girdik ve limandaki görevlinin verdiği yanlış tonoz yüzünden başka bir tonozun halatı pervanemize dolandı. Pervaneye dolanan halatın pervanenin kopmasına neden olması durumunda işler iyice sarpa sarabilirdi. Bu yüzden teknenin kıçı karaya uzak bir noktada kalacak şekilde bağlandık. Karaya yandaki teknelerin üzerinden çıkabildik. Buraya gelirken 5-6 saattir yolda olduğumuzdan Otis’i de çişe çıkarmam gerekiyordu ama onun yandaki tekneye atlaması da çok zordu. Ben 20 kilo ve çok hareketli olan Otis’i kucağıma aldım, biraz cambazlıklar yaparak yan tekneye çıktım, oradan da karaya.

Sonra aynı yoldan tekneye geri gelip, Kenan ile ne yapacağımızı düşünmeye başladık. Görevli hatanın kendisinde olduğunu, dalgıç çağıracağını ama şimdi geç olduğu için yarına kadar beklememiz gerektiğini söyledi. Biz de olur dedik ama bir yandan da acaba kendimiz sorunu çözebilir miyiz diye düşünüyorduk. Kenan denemeye karar verdi ve elinde bir bıçakla teknenin altına daldı. Meğer sadece bir halat değil tam 3 halat birbirine girerek pervanemize dolanmış. Kenan tek tek bunları kesti, kestiği halatların ucunu bana verdi, ben de onları bizim tekneye bağladım. Ancak pervanenin etrafına sarılmış ve sıkışmış halde bir miktar halat kaldı. Bunu çıkarabilmek için de suda uzun süre kalabilmek gerekiyordu. Sabah gelmesini beklediğimiz dalgıç öğlen geldi ve kalan halatları da temizledi ve pervanemizi kurtarmış olduk.

Biz Kos’dayken ortağım Tarkan da katamaranı ile bize katıldı ve onlar da Kos’tan giriş yaptılar. Kos, Yunan adaları içinde en büyük adalardan birisi, buraya tekne ile gelip limana ya da marinaya bağlanırsanız şehir içinde vakit geçirmek yerine araba kiralayıp adayı keşfe çıkmanızı öneririm. Şehir merkezinin aksine adanın etrafında çok daha güzel restoranlar var. Şehir merkezinde daha çok 18-20 yaşlarında Avrupalı gençlerin sınırsız eğlence anlayışlarının hakim olduğu ama bize hiç hitap etmeyen yerler varken, adanın kuzey batısında harika kumsallar var. Güney batısında Kefalos adında büyük bir koy ve bölge, yüksek tepelerde harika balıklar yapan restoranlar var. Kısacası keşfedilecek ve sizi şaşırtacak çok yer var Kos’da.

Akşamı Kos’da geçirip ertesi gün iki tekne olarak Kalimnos’a gitmek üzere yola çıktık ama yol üzerinde Pserimos diye bir adaya uğradık. Bu adanın sadece güney batısındaki küçük bir koyda az bir yerleşim var, ama biz Türkiye’ye bakan doğu kıyısındaki Vathy koyunda demirledik ve denize girdik. Denizi cam gibi berrak olan ve bizden başka hiç kimsenin olmadığı bu koyda Otis ile yüzdük.

Hava kararmadan buradan Kalimnos’un doğuya bakan tarafında, daracık ve kale gibi yüksek kayalar arasından girilen Vathy koyuna geldik. Burada yer bulduğumuz için şanslıydık doğrusu, çünkü küçücük bir iskelesi olan bu yerin genelde hep dolu olduğu söylendi bize. Burada Porto Vathys isimli sevimli bir restoranda balık çorbası, klasik Yunan mezeleri, çeşitli deniz ürünleri yiyip uzo içerek güzel bir akşam geçirdik. Ertesi sabah herkes uyurken ben de adanın içine doğru giden bir yolda Otis ile yürümeye başladım. Yürüdükçe denizden daracık bir koydan girmemize rağmen, karada gittikçe genişleyen bir yerleşim yeri olduğunu gördüğüm bu bölgenin aslında hemen her yeri kayalık olan Kalimnos adasının tarım merkezi olduğunu anladım. Üzüm bağları, nar, incir, ayva, mandalina, portakal, limon ve başka birçok meyve ağacının olduğu bu köy muhtemelen çevredeki başka adalar için de büyük önem taşıyor. Ağustos ortasında olduğumuz için tam incir mevsimiydi ve her yerde inanılmaz lezzetli incir ağacı vardı. Sanırım hayatımda en çok inciri bu yıl Yunan adalarında yedim, tatil sonuna kadar birçok adada incir topladım.

Havanın akşamüstü çok sertleşeceğini tahmin ettiğimiz için bu dar koyda kalmayı çok güvenli bulmadık ve öğleyin Kalimnos’un güneyindeki ana limanına gittik. Adanın güney doğusunda bulunan şehir merkezi oldukça büyük bir yerleşim yeri ve bir vadinin içine kurulmuş durumda. Bu vadiyi sonuna kadar takip edince adanın batıya bakan tarafına ulaşılıyor. Biz bağlandıktan sonra fırtınadan kaçan birçok tekne de buraya gelmeye başladı. Kenan ile biz buradan daha önce hiç gitmediğimiz Cyclades adalar grubuna geçmek istediğimiz için fırtınanın geçmesini beklemeye karar verdik ve 4 gece burada kaldık. Tarkan ise rüzgarı arkasına alıp yeniden Kos’a dönmeye karar verdiği için ertesi gün bizden ayrıldılar.

Daha önce de birkaç kez geldiğim Kalimnos şehir merkezi aslında sadece durak yapmak için iyi bir yer, yoksa tatil için iyi bir yer değil. Adanın en önemli özelliği yıllar önce sünger avcılığının merkezi olması. Ama artık sünger kalmadığı için denizlerde, insanlar daha çok turizm ile geçinmeye çalışıyor. Çok yüksek kayalıklar olan bu adada, kaya tırmanışı konusunda çok ünlü bir dağcının burayı övmesi sonucu ciddi bir kaya tırmanışı turizmi de başlamış. Biz kaldığımız 4 gün boyunca Otis ile bol bol yürüyüş yaparak, daha önce hiç gitmediğim yerlerini keşfe çıkarak zaman geçirdik. Sonunda fırtına biraz hafifleyince adanın kuzey bati ucundaki Emporios limanına gidip demirledik. Burası küçücük ama çok keyifli bir yerleşim yeri. Adada birkaç tane restoran var ve yemekleri de oldukça lezzetliydi.

Otis ile ilgili olarak daha önce bahsetmediğim çok önemli bir konu aklıma geldi simdi. Londra’da sokaklarda sahipsiz hiç kedi yok. Londra’dan İstanbul’a gelirken geçtiğimiz yerlerde de hiç kedi yoktu. Ama Türkiye ve Yunan adaları tam bir kedi cenneti. Otis ise tam bir kedi delisi olduğu için Türkiye’ye girdiğimizden itibaren sadece kedilere odaklandı diyebilirim. Teknede kıçtan kara olup bağlandığımız bir yerde önümüzde bir kedi yürüsün, Otis saatlerce o kedinin yeniden geçebilme ihtimali yüzünden kilitlenmiş şekilde bekliyordu. Bu yüzden de Otis’i neredeyse hiç serbest bırakmadım. Ama Emporios limanındaki restorana oturduğumuzda restoranın da anne olan bir kedisi vardı. Otis hiç beklemediğim anda o kediye doğru atılınca elimden kurtuldu ve kediyi ısırmaya çalıştı. Ama kedi de yavrularını koruma kaygısıyla Otis’e saldırdı. Restoranın sahibi kedinin üzerine ben Otis’in üzerine atlayıp ayırdık. Neyse ki ikisinde de herhangi bir yaralanma olmadı.    

Son akşamı da bu adada geçirdikten sonra fırtına da iyice hafifleyince artık Cyclades adalar grubuna olan yolculuğumuza başlayabiliriz dedik ve Türkiye’ye yakın olan Dodacanese adalar grubu içinde yer alan ve Cyclades adalar grubuna en yakın durumda olan, sadece 5 kişilik bir ailenin yaşadığı, benim çok sevdiğim Levitha adasına doğru yola çıktık. Bu adaya 4 yıl önce de gitmiştim ve tamamı taş ve kaya olan denizin ortasında bir adanın insan eliyle nasıl yaşanır bir hale getirildiğine o zaman hayran kalmıştım, yine hayran kaldım.  1820’den bu yana 200 yıldır bu adada yaşayan tek bir aile var ve bu aile simdi Mahonis, eşi, kızı, oğlu ve annesinden oluşuyor. Kendi yetiştirdikleri keçilerden yaptıkları yahnileri, kendi yetiştirdikleri incirlerden yaptıkları tatlıları satıyorlar işlettikleri restoranda. 200 yılda taşları ayıklayarak açtıkları tarlaları ekiyorlar hala. Gerçekten görülesi bir ada burası, ben her zaman her fırsatta buraya gitmeyi çok isterim.

Levitha’da sabah Otis ile yürüyüşe çıktık ve yine daha önce hiç yürümediğim kadar tepelere çıktım. Tepede bir yerde siyaha yakın renkte moloz taşlardan oluşan bir oyuğa denk geldim. Sanki bir göktaşı düşmüş gibi bir izlenim edindim ve yerden bir taş parçası alıp cebime koydum. Bu taş parçasını bütün gezi boyunca teknede taşıdım. Dönüşte 1 ay sonra yeniden buraya geldiğimizde buraya çıkıp taşı aldığım yere bıraktım. Üzerine tarih kazıyıp, bu taş Erdem ve Otis ile Cyclades adalar grubunu gezerek buraya geri döndü yazsaydım diye düşündüm daha sonradan. Benim gibi birisi yıllar sonra bu taşı bulur ve üstündeki yazıyı okursa ne kadar heyecanlanır diye kendi kafamda bir hikaye yazıp onun yerine heyecanlandım. Tarihe iz bırakmanın bir sürü yolu var sonuçta diye geçirdim içimden.

Levitha’dan sonra hedefimiz Amorgos adasıydı ama onun hemen öncesinde Kinaros adında çok küçük bir ada, bu adanın da güneyinde küçük ama derin bir koy var. Bu koyun en dibinde de bir kulübe var. Bu koya gelirken adanın kendisi de doksan derece denize inen ve denizin içinde de aynı şekilde devam eden oldukça yüksek bir duvarın önünden geçiliyor. Denizin ortasında böyle muhteşem bir yapı görmek beni çok etkiliyor, gidip o duvarları okşamak geliyor içimden. Koya girdikten sonra dibine kadar gitmeye çalıştık ama derinlik azaldığı için Kenan risk almadı ve biraz geriye demir attık. Ben yüzerek sahile kadar gittim, kulübeye baktım ama kimse yoktu, o yüzden içeri girmedim. Ama böyle bir yerde yaşamak için insanın nasıl bir motivasyonu olur çok merak ediyorum, bir gün yine gider ve orada yaşayanlarla karşılaşırsam bu soruyu sormayı çok istiyorum.

Burada mısır gevreği, meyve ve yoğurt karışımından oluşan kahvaltımızı yaptıktan sonra Amorgos’a devam ettik. Amorgos doğudan yaklaştığınızda kuzey doğuya bakan inanılmaz heybetli bir dağla karşılıyor sizi. Bu dağ genelde bu yönden esen rüzgara karşı adanın kuzey batıdaki yerleşim yerlerini de koruyor. Buraya gelirken ada hakkında hiç bilgi edinmemiştik ve adanın yanından yerleşim yerine doğru giderken gördüğümüz yerler çok sevimsiz göründü bana ve bu adada çok zaman geçirmeyeceğimizi düşünerek Egialis koyuna geldik. Burada feribotlar için bir liman ve hemen onun arkasında da çok kısa bir beton iskele vardı. Buraya da Yunanlı katamaranlar bağlanmış, aralarına girmek istememize rağmen hiç kimse bize yardımcı olmadı. Alargada kalmayı düşünürken mono bir teknenin kaptanı onun üzerine aborda olabileceğimizi söyledi.

Yunan adalarının ne yazık ki çoğunda böyle bir sorun var. Tekneyle gelenlere yardım ya da fiyatlama konusunda hiçbir standart uygulama yok. Bu belirsizlik durumu, özellikle ilk defa geldiğimiz adalarda bizi sürekli tedirgin etti. Havanın kötü olduğu, fırtınadan saklanmak zorunda olduğumuz zamanlarda bu sorun daha da rahatsız edici oldu.

Amorgos’a iyi bir başlangıç yapamadık ama zaten geç saatte geldiğimiz adanın iki yerleşim yerinden kuzeyindeki bu yerde, akşam saatlerinde keyfimiz yerine geldi. Güneşin batışının çok güzel olduğu bar ve restoranları keşfettik. Adayı harita üzerinde inceleyince tepelerde 2,5 km yürüyüşle gidebileceğim Aegiale adında bir köy buldum. Bu yol, bütün tekne gezimiz boyunca en çok aklımda kalan yerlerden birisi oldu. Sabah erkenden Otis ile tırmanmaya başladığımız bu yol, tamamen taşlarla hem zemini hem de kenarlarındaki duvarları yüzlerce yılda binlerce insan tarafından örülmüş duygusu bıraktı bende. Bu yolda da o kadar çok incir ağacı vardı ki, benden başka kimse toplamıyordu sanki bunları. Köye çıktığımda da oldukça yüksek bir yerden bütün koyu görüyordum. Köydeki bütün evler birçok Yunan adasında olduğu gibi taştan yapılmış, duvarları beyaza, kapı ve pencereleri genelde maviye boyanmıştı. Sabah henüz çoğu insan uyuyorken geldiğim bu yerde bir kafe buldum, kendime kahve ısmarlayıp Otis’e su içirdim. Sonra da manzaranın keyfini çıkarken yanıma yaklaşan benim yaşlarımda bir kadın, Otis’i gösterip çok iyi bir İngilizce ile Springer Spaniel mi diye sordu. Genelde Türkiye ve Yunanistan’da çok bilinmeyen bir tür olduğundan nasıl bildiğini sordum, Avustralyalı olduğunu, arkadaşı bu adalı olduğu için tatile geldiğini ve bu adaların dünyanın en güzel yerlerinden birisi olduğunu söyledi. Ona hak verdim ve buralarda zaman geçirebildiğim için kendimi çok şanslı hissettiğimi söyledim.

Tekneye döndükten sonra adanın güneyindeki diğer yerleşim yeri olan Katapola’ya gitmek üzere yola çıktık. O sırada bu adanın benim en çok sevdiğim filmlerden birisi olan Big Blue’nun bir kısmının burada çekildiğini öğrenince iyice heyecanlandım. Bir gemi batığının olduğu koyda yapılan çekimler yüzünden oraya gitmek istedim ama biraz terste kaldığı için gidemedik. Katapola tekneyi bağlamak için daha geniş bir alana sahip olduğu için orada çok rahat ettik. Ama burada günü geçirsek de akşam için yine tepedeki başka bir yerleşim yeri olan, birbirinden güzel ve şık restoranların olduğu Chora’ya taksi ile gittik.

Ertesi sabah yağmur sesiyle uyandım ama sonra yağmur kesilince Otis ile adanın en ucuna kadar giden bir patikada yürüdük. Sonrasında da Amorgos’tan da hangi adaya gideceğimize yolda rüzgarın durumuna göre karar veririz deyip ayrıldık. Böylece başta çok beğenmeyeceğimi sandığım Amorgos’tan son derece güzel duygularla ayrılmış olduk.

Cyclades adalar grubunun en doğudaki adası Amorgos’tan ayrılıp diğer adalarına doğru yola çıktığımızda aslında hangisine gideceğimiz konusunda kafamız net değildi. Bu yüzden motor yerine yelkenle gitmek istediğimiz için rüzgarı kolayımıza alıp tam batı tarafa düşen Naxos’a doğru yola koyulduk. Ama rüzgar bir süre sonra kesilince motorla ilerleyelim dedik ve Koufonisi adında Naxos’un hemen yanındaki küçük bir adaya geldik. Ada diğer adaların aksine hiç kayalık ve dağlık değildi, son derece düz görünüyordu ve bu yüzden de bana çok çekici görünmedi. Ama adaya yaklaştıkça deniz sığlaştı ve su bambaşka güzellikte turkuaz bir renk aldı. Adanın güneyinde küçük bir marina olduğunu görünce de girip oraya bağlandık. Sonrasında adada biraz dolaşınca aslında bu bölgenin en güzel adalarından birisine geldiğimizi anladık.

Normalde bizimle sabahları yürümeyen Kenan, bu defa Otis ile sabah yürüyüşümüzde bize katıldı ve adanın doğu yakasına yürüdük. Bütün tatil boyunca çektiğim en güzel fotoğraflardan bazılarını burada çektim. Yunanlıların da tatil için çok rağbet ettiği bu küçücük adayı o kadar sevdik ki, bir gece daha kalmaya karar verdik. Adanın şehir merkezinde çok kaliteli restoranlar var ama en büyük rağbet içeride oturacak yeri olmayan ve sadece küçücük bir pencereden döner satan dönerciyeydi. Kaldığımız iki gün boyunca önündeki çok uzun kuyruk hiç bitmedi. Bu adaya gidip küçük bir pansiyonda kalınabilir ve yürüyerek adanın her yeri gezilebilir. Hiç sıkılmayacağınızı ve huzur içinde güzel bir tatil yapacağınızı garanti edebilirim. Ben Otis ile ikinci günün sabahında adanın her yerini baştan aşağıya dolaştım ve bu adaya yeniden gelmeye karar verdim.

Koufonisi’deki iki geceden sonra Cyclades adalarının en büyüğü Naxos’a doğru yola çıktık. Naxos’daki şehir merkezi ve en büyük marina adanın bati yakasında. Patlak olan botumuzu da burada yaptırmayı düşündüğümüz için ne kadar kalacağımızı da bilmeden geldiğimiz Naxos’da dört gece kaldık. Botumuzun tamir edilemeyeceğini öğrenip yenisini sipariş ettik ve onun Atina’dan feribotla gelmesini bekledik. Bu arada ortaklarımdan Ayşegül de uçakla bizim yanımıza geldi ve tekneyi marinadan hiç çıkarmadan sadece otel gibi kullanıp Naxos’da tembellik yaptık. Şehir içinden yürüyerek gidilen ve yan yaya sıralanmış birçok restoran ve barın olduğu Agios Gergios plajına gidip dinlendik. Yunanistan’da herhalde en çok rahat ettiğimiz konu plajlarda fiyatların çok standart olması ve hiç kazıklanma kaygısı taşımamak. Türkiye’de ne yazık ki bu konuda herkes çok şikayetçi, çünkü çoğu işletme tutturabildiğine bir fiyat politikası uyguluyor.

Aslında araba kiralayıp Naxos’un uzak köylerini de gezmeyi planlıyordum ama hem havanın çok sıcak olması hem de tembellik yapmayı tercih ettiğimizden bundan vazgeçtik. Ama ben her zaman olduğu gibi Otis ile uzun sabah yürüyüşlerimi Ayşegül’ün de katılmasıyla yapmaya devam ettim.

Burada geçirdiğimiz ikinci günün sonunda eşim Ayşegül de uçakla bize katildi. Botumuz da gelince hep birlikte herhalde en ünlü Yunan adası olan Mykonos’a doğru yola çıktık. Rüzgar karşıdan oldukça güçlü esmesine rağmen keyifli bir yelken seyriyle akşama doğru Mykonos’a geldik. Daha yaklaşırken koylardan yüksek müzik seslerini duymaya başladık. Adanın güneyindeki Platis Gialos koyuna demir attık ve yeni botumuzla kıyıya çıkıp bir tavernada yemek yedik. Ama bu adada eğlenmek bir nevi zorunluluk gibi olduğundan, yemekle birlikte sirtaki müziği ile saatlerce dans etti, halay çekti insanlar.

Otis ile sabah yürüyüşümüzü yapmak için yeniden botla adaya çıktık ama Mykanos’un doğal yapısı tamamen kayalardan oluşuyordu ve yürümek çok da keyifli değildi. Öğleden sonra Mykonos New Port adındaki yeni marinaya gittik. Dev gibi cruise gemilerinin yanaştığı bu limanın olduğu yerde çok fazla yapılacak bir şey yok, o yüzden asıl şehir merkezi olan Old Port’a gitmek gerekiyor. Bunun için de yarım saatte bir kalkan tekne taksileri kullanmak en pratiği.

Old Port’a geldiğimizde ortam birdenbire çok farklı bir hal aldı. Birbirinden güzel restoranlar, dünyanın en ünlü markalarının mağazaları, eski şehrin klasik labirent gibi beyaz-mavi sokakları içindeki her türden gece kulüpleri ile Mykanos’un ne olduğunu biraz daha iyi anlamış olduk. Bizim için her yer fazlasıyla kalabalık ve gürültülüydü doğrusu ama daha gençken gelip her türlü deneyimi yaşamaya isteği ve enerjisi olanlar için ideal bir yer olabilir tabii. Çok kişisel bir düşünce tabii ama Yunan adaları içinde en son tercih edeceğim ada burası olur diye düşündüm ve bir an önce görmediğim diğer adaları görmek için ayrılmak istedim buradan.

Ertesi gün ortağım Ayşegül’ü İstanbul’a dönüş için havaalanına taksi ile gönderip Mykonos’dan ayrıldık. Hava durumu birkaç gün sonra 4-5 gün sürecek ciddi bir fırtına gösteriyordu. Bu yüzden güvenli bir yer bakmaya başladık. Paros’un şehir merkezi adanın batı yakasında ve burada küçük bir marina var. Orayı arayıp fırtına olan günler için rezervasyon yaptırdık. Fırtına başlamadan önceki iki geceyi marinanın olduğu koyda demirde geçirdik. Botla karaya çıkıp Paros’un şehir merkezini gezdik bu iki gün boyunca. Paros’un olduğu koy oldukça büyük ve bu koyda yan yana çok güzel restoranlar ve denize girmek için beach kulüpler var. Şehir içinde gösterişten uzak ama bir o kadar da kaliteli restoranlar, mağazalar var. Bize söylenen Yunanlıların büyük çoğunluğunun tatil için Mykanos yerine Paros’a geldiği oldu, doğrusu ben de kesinlikle Paros’u seçerdim tatil için.

İki gün boyunca demirde kaldıktan sonraki planımız en az dört gün sürecek fırtınayı da marinada geçirmek, bu süreçte de araba kiralayıp adanın her yerini keşfetmekti. Ancak marinaya girmek için görevliyi aradığımızda yer bulursak hemen girmemizi söyledi ve kendisi hiç ortada görünmedi. Fırtınadan kaçan çok fazla tekne olduğu için bir türlü bize yer açılmadı, açılan yerleri de tekne sahipleri arkadaşları için ayırdıklarını söyleyerek girmemize izin vermedi. Marinanın dış tarafına demirledik ama rüzgar sertleşmeye başlayınca burada duramayacağımızı anladık. Çaresizlik içinde ne yapacağımızı düşünürken bizimle aynı durumda olan yanımızda bağlı bulunan katamaranın kaptanı İos adasına gitmeye karar verdiklerini, daha önce gitmediklerini ama oranın güneyindeki koyun doğal bir liman görüntüsünde olduğunu ve daha iyi korunabileceklerini düşündüğünü söyledi. Biz de biraz düşünüp aynısını yapmaya karar verdik ve öğleden sonra yola çıkıp 5 saat sürecek bir seyirle İos’a gitmek için Paros’tan ayrıldık.

Paros’u keşfetmeyi sonraki yıllara bırakarak İos’a akşama doğru vardık. Oradaki liman görevlisini aradığımızda nereyi bulursak bağlanmamızı söyledi ve bulabildiğimiz tek yer koydaki limanın kuzeye bakan tarafı oldu. Bizim gibi birçok tekne de buraya bağlanmıştı ve kuzeyden esen fırtına bağlı bulunduğumuz yerde çok büyük bir çalkantı yaratıyordu. Burada dört beş gece geçirmek tam bir işkence olacaktı ama ilk gece için yapacak başka bir şeyimiz yoktu. O geceyi orada geçirip ertesi gün düşünürüz dedik ve uyuduk. Sabah ben erkenden uyanıp Otis ile yürüyüşe çıktım, rüzgar hala sert esiyordu ama henüz fırtına halinde değildi. Yürüyüşten dönüşte limanın kuzey yakasında boşluklar olduğunu görünce hemen oraya bağlanmaya karar verdik ve iki katamaran arasına girdik. Böylece çok rüzgar almamıza rağmen çalkantıdan kurtulmuş olduk. Burada dört gece daha kaldık ve her sabah Otis ile adanın her yerini keşfetmeye çalıştık.

Bu arada Ayşegül ile evliliğimizin 23. yılını da burada kutladık. İos zaten eğlence amaçlı en çok tercih edilen adalardan birisiymiş. Biz de kendimize göre 80’lerin müziğini çalan bir barda bizlerle benzer yaşta insanlarla hem müzik dinleyip hem dans edip güzel bir akşam geçirdik. Sonuçta hiç planda yokken dört gün kaldığımız bu adadan oldukça keyif aldık.

Fırtına hız kesip rüzgar da mantıklı seviyelere inince Ayşegül’e mutlaka göstermek istediğim Koufonisi’ye doğru yola çıktık. İos’dan koydan çıkıp kuzeye dönünce rüzgarın aslında hala sert estiğini gördük. Biraz zor ve yorucu da olsa dört saatlik bir yelken-motor seyri ile Koufonisi’de marinaya girebildik. Buraya iki hafta önce geldiğimizde rüzgar hiç yoktu ve deniz neredeyse hiç kıpırdamıyordu ama şimdi rüzgar burada da sert esiyordu. Yine de her haliyle çok sevdiğim bir yer oldu Koufonisi.

Artık dönüşe geçip Orhaniye’deki arabamıza ulaşmamız gerektiğinden ya Levitha üzerinden Kos ya da daha önce görmediğim daha güneydeki Astipalaia üzerinden Simi rotasını düşündük. Beş kişilik bir ailenin yaşadığı Levitha’yı Ayşegül de görmek istediği için oradan gitmeye karar verdik. Levitha’da da geceyi geçirip sabah Kos’a doğru yola çıktık ve 6 saatlik bir seyirle Kos’a vardık. Bu uzun seyirlerde Otis’in tuvalet ihtiyacı en büyük endişem olsa da hiç sorun çıkarmadı, karaya varıncaya kadar tutmayı becerdi her seferinde.

Ancak Kos’a yaklaşırken Ayşegül kendisini kötü hissetmeye başladı, ateş ve halsizlik yüzünden kamaradan dışarı çıkamadı. Kos’ta pasaport işlerimizi yapan bir acentemiz var, onu aradık ve hızlıca Yunanistan’dan çıkış işlerimizi yaptırarak Knidos’a doğru yola çıktık.

Akşamüstü Knidos’a geldik ve iskeleye bağlandık. Böylece yaklaşık 1 ay Yunan adalarında dolaştıktan sonra yeniden Türkiye’ye dönmüş olduk. Ayşegül kendisini biraz daha iyi hissediyordu ama çok da keyfi yoktu. Ben sabah yine Otis ile defalarca geldiğim Knidos’ta daha uzaklara yürüyüp çok güzel fotoğraflar çektim.

Knidos’ta geceyi geçirdikten sonra Datça’ya doğru yola çıktık. Burada Türkiye’ye giriş işlemlerini yaptık. Akşamına Tolga Pamir ile güzel bir balık rakı keyfi yaptık. Tolga iki yazdır Türkiye’de bir ilki yaparak Hopa’dan İskenderun’a ilk yıl tek başına ikinci yıl iki kişi hiç durmadan, hiç yardım almadan, sadece yelken kullanarak yolculuk yaptı. Bu projede ben de tekneyi almasına yardımcı olarak kendisinin proje ortağı oldum. Ama daha önce hep online görüşmüştük, hiçbir araya gelememiştik. Bizim Datça’ya gelince o da Bodrum’dan geldi ve çok güzel bir akşam geçirdik birlikte.

Datça’daki gecemiz bu yolculuktaki son gecemiz oldu. Böylece sırasıyla Kos, Pserimos, Kalimnos, Levitha, Amorgos, Koufonisi, Naxosi Mykonos, Paros, İos, Koufonisi, Levitha, Kos rotasındaki bir aylık tekne turumuzu bitirmiş olduk. Otis sayesinde de bambaşka tecrübeler yaşamış oldum.

Ertesi gün Orhaniye’ye gittik ve tekneden indik, bir ay önce park ettiğim arabamıza ulaştık. Ama arabanın aküsü bittiğinden çalışmadı ve büyük bir şans eseri teknesiyle Orhaniye’de olan arkadaşım Erol Akyiğit sayesinde onun arabasından ara kablo kullanarak arabamızı çalıştırabildik.

Arabayla rotamız Çeşme oldu, çünkü orada Londra’ya dönüşte almak için bıraktığımız eşyalarımız vardı. Bu arada Ayşegül kendisini hala çok iyi hissetmiyordu, evde bir covid testi vardı, onu yapınca anlaşıldı her şey ve covid pozitif olduğunu anladık. Nereden bulaştığını anlayamadık ama ya tekneye gelirken uçakta ya İos’da fırtına yüzünden beklerken gittiğimiz restoranlardan bulaşmıştı.

Ancak yola çıkamayacak kadar kötü değildi, bu yüzden önce İstanbul, sonra Londra olmak üzere yola koyulduk.

3. İstanbul-Londra rotası

Londra’dan İstanbul’a gelirken biraz daha kuzeyden geçen bir rota izlemiştik, dönüşte ise biraz daha güneyden gitmeyi tercih ettik. Yola çıkarken hiçbir otelde rezervasyon yaptırmadık, böylece istediğimiz yerde istediğimiz gün ve süre kalabilme esnekliğimiz oldu. Sadece Yunanistan’dan İtalya’ya geçeceğimiz feribot için önceden bilet aldım.

İstanbul’dan Yunanistan’a geçmek için 17 Eylül 2022’de yola çıktık ve 3 saatlik bir yolculukla İpsala sınır kapısına vardık. Kapıda fazla bir kalabalık yoktu, az bir beklemeyle sınır kapısından geçtik. Sınır kapısından arabayla geçerken önce polis Ayşegül ve benim pasaportuma baktı, Otis’e bakmadı bile. Sonra biraz ilerleyince diğer bir polis de arabanın plakasından herhangi ödenmemiş bir ceza var mi kontrolü yaptı ve geçmemize izin verdi.

Bu arada arabada kontrol için beklerken etrafta çok sayıda sokak kopeği vardı, bir tanesi de yeni doğum yapmış, memeleri sarkan çok zayıf bir köpekti. Ayşegül beklememizden yararlanıp hemen arabanın arkasındaki Otis’in kuru mamalarından bu köpeklere verdi. Bu köpekler sınırdan istedikleri gibi iki tarafa da geçip duruyorlardı ve kimsenin bir şey yaptığı da yoktu bu konuda. İnsanlardan daha aç durumdaydılar belki ama sınır özgürlüğü konusunda daha iyi durumdaydılar.

Yunanistan’da ilk durağımız Dedeağaç yani Yunanca adıyla Alexandroupoli oldu. Cumartesi gecesi olduğu için Dedeağaç’ta her restoran doluydu ama deniz kenarında iyi bir restoranda arka bir masada yer bulduk. Bu arada her yer Türk doluydu, restoran bize Türkçe menü getirdi. Bence de Dedeağaç Türkiye’den gelmek için hem yakın hem de güzel bir yer. Burada akşam yemeği yiyip Kavala’ya devam ettik.

Yunanistan’da bir gece kalıp feribota sonraki günün akşamı yetişmemiz gerektiği için gidebildiğimiz kadar gidelim ve öyle kalacak bir yer bulalım düşüncesiyle ilerledik ama köpek kabul eden otel bulmakta biraz zorlandık. Sonunda Kavala’da şehre biraz mesafesi olsa da tepede güzel bir apart otelde yer bulduk. Sabah Otis ile yürüyüşümüzde dik yollardan deniz kenarına inip çıkmak çok da kolay olmadı ama yine de hiç kimsenin olmadığı bu sabah saatlerinde yürümek her zaman olduğu gibi çok keyifliydi.

Otelden ayrılmak için valizlerimizi yerleştirirken aynı şekilde valizlerini arabalarına yerleştiren Türk bir çift ile tanıştık. Onlar da iki küçük köpeği ile Almanya’dan Türkiye’ye yolculuk yapıyorlardı ve son 10 yıldır hep bu otelde kaldıklarını ve sahibini de çok sevdiklerini anlattılar. Deneyimlerimizi ve instagram hesaplarımızı paylaştık ve sonra da hızlı bir şekilde Kavala içinde arabayla turlayıp Selanik’e doğru yola çıktık. Öğle yemeği molasını Asprovalta adında bir sahil kasabasında yedik. Burası da belki sezon sonu olduğu için oldukça sakin ama, bize tatil yapmak için çok güzel göründü.

Sonra Selanik’e geldik ve Atatürk Müzesi ilk gittiğimiz yer oldu. Atatürk’ün doğduğu ve büyüdüğü evini görmek, onun çocuk halini hayal ederek odaları gezmek de ayrı bir duygu hali. Ev büyüklüğü ve bahçesinin genişliği ile zamanının da iyi evlerinden birisiydi sanıyorum. Kendi çocukluğumdaki evleri düşünüyorum da bu ev onların yanında çok lüks kalıyor.   

Selanik gerçekten çok güzel ve büyük bir şehir, tüm Yunanistan’ın en hareketli gece hayatı olan şehriymiş bu arada. Ama bizim zamanımız olmadığı için yine hızlı bir tur ile yola devam edip feribotumuzun olduğu Igoumenitsa’ya devam ettik. Yolda 650 metre rakımlı bir dağ köyünde akşam yemeği molası verdik, tek müşterinin biz olduğumuz restoranda bize özel yaptıkları yemekler çok lezzetliydi.

İstanbul’daki evimizden Yunanistan’ın en batısındaki feribota kadar 1.5 günde 1,000 km yol yaptık. Yunanistan’ın bu kadar yeşil ve dağlık olduğunu bilmiyordum. Yeşil olmayan hiçbir yer yoktu yol boyunca. Ülkeyi baştan sona geçen otoyolda kaç tünel geçtiğimizi sayamadım, zaten bu dağların başka türlü geçilmesi hem çok zor olurdu hem de kaç gün sürerdi bilmiyorum. Otoyolun kalitesi belki de bütün Avrupa’da gördüğümüz en iyilerden birisiydi, muhtemelen Avrupa Birliği ülkesi olmasının avantajlarından birisi bu tür yatırımlar olmuş.

Yıllardır hep yeşili az mavisi çok adalarını gezdiğim bu ülkenin ana karası, bu şekilde hızlı bir geçişi değil, dağ köylerinde, sahil kasabalarında sindire sindire zaman geçirerek gezilmeyi hak ediyor. Muhatap olduğumuz bütün Yunanlılar son derece sıcak ve misafirperverdi. Düşmanlık hissettiğimiz tek bir an bile olmadı. Daha uzun bir süre gezmek ve daha detaylı gözlemleyebilmek için mutlaka geleceğim bu bölgeye.

Yunanistan’daki son durağımız Igoumenitsa oldu. Buradan İtalya’nın Birindisi, Bari, Ancona ve Venice limanlarına feribotla gidebiliyorsunuz. Biz İtalya’yı çizmenin en altından yukarı doğru gezmek istediğimiz için Birindisi’yi seçtik. Biletleri önceden internetten aldım, Otis için de ayrıca bir ödeme yaptım. Yataklı kamarayı seçtim ve toplamda araba, iki yolcu, bir köpek için kahvaltı dahil 550 Euro civarı bir para ödedim.

Feribot programa göre gece saat 1’de hareket edip sabah 9’da Brindisi’de oluyor. İki saat önceden de limanda olmamız isteniyor. Biz de zamanında limanda olduk, ancak ortalıkta ne yapmamız gerektiği ile ilgili tek bir levha bile yoktu. Durup birilerine sordum, çok az İngilizceleri ile yardımcı olmaya çalıştılar, sonunda check-in yapacağım yeri buldum. Biletlerimizi aldıktan sonra feribota bineceğimiz yere girerken pasaportları ve arabayı kontrol ettiler, sonra da biraz uğraştan sonra kendi feribotumuzun kuyruğunu bulabildik. Kuyruktaki araçların büyük çoğunluğu Avrupa’nın batı tarafına mal taşıyan tırlardı, çok sayıda Türk lojistik firmasının tırı da vardı. Dev gibi bir feribot büyük bir gürültü ile geldi, biz de birazdan bineriz diye sevindik ama İtalya’dan dolu gelen feribotun boşalması 1.5 saate yakın sürdü. Arkasından da bekleyen araçları almaya başladılar ve bütün araçların feribota binmesi de en az 1,5 saat daha surdu. Sonunda kamaramıza çıkabildik ve hemen yataklarımıza girip uyuduk.

Feribotta derin bir uykudan sonra sabah 9’a doğru Birindisi’ye vardık. Otis bütün gece hiç sorunsuz uyudu ama tuvalet için bir an önce inmemiz gerekiyordu. Bu defa da Birindisi’de boşaltma için 1 saatten fazla bekledik ve saat 10:30’a doğru İtalya’ya ayak basabildik. Otis on saatten fazla tuvaletini yapmadan dayandı ve beni oldukça şaşırttı. 

Dönüş rotasında en çok zaman ayırdığımız ülke İtalya oldu, birçok ülke gezmeme ve İtalya’yı da görmeyi çok istememe rağmen çok az fırsat bulabilmiştim daha önce. Birindisi’ye indikten sonra ilk önce bir arkadaşımızın tavsiyesi ile biraz daha güneyde kalan Lecce’ye doğru yola koyulduk. Ancak hem Birindisi’den başlayarak Lecce’ye kadar olan yollar, Otis’in tuvaleti için durduğumuz benzin istasyonu, çevredeki zeytin ağaçları, evler o kadar bakımsızdı ki, sanki bir Afrika ülkesine inmişim gibi hissettim. Benim kafamdaki İtalya, çok daha modern, temiz, bakımlı ve zengin bir ülke görünümünde olması gerekirken, bu bölgenin Yunanistan’ın çok gerisinde kaldığını gördüm.

Lecce’ye varınca önce arabamızı ceza yemeden park edebilmek için İngilizce açıklamalı bir yer aradık ama bulamadık, sonunda bir yere park ettik ve birisinden yardım istedik. Ama çok yardımcı olmaya çalışsa da, o da İngilizce bilmediği için Google translate ile anlaşabildik. İtalya’da sokaklarda bu kadar az İngilizce konuşulması da beni çok şaşırttı doğrusu. Lecce’de eski şehrin olduğu bölgeye giderek sokaklarda gezdik. Her yerinden tarih fışkıran bu şehirde hızlıca bir öğle yemeği yedik ve tamamen doğaçlama şekilde kararlar vererek çizmenin topuğundaki oyukta yer alan Taranto’ya doğru yola çıktık.

Daha önce hakkında hiç araştırma yapmadığımız, sadece konumu yüzünden seçtiğimiz bu küçük şehirde, bir yandan köpek kabul eden ve rahat edebileceğimiz bir otel aradık, bir yandan da arabamızı park edebilelim istedik. Ama sokaklarda tek bir boş yer yoktu ve hemen hepsi küçük ve ekonomik arabalarla doluydu sokaklar. Taranto’ya karşı olumsuz düşünceler oluşmaya başlamış ve acaba başka bir yere devam mi etsek derken sonunda bir otel buldum, hem de şehrin en iyi yerinde, önünde arabamızı koyabileceğimiz yeri olan, denize bakan, köpek kabul eden Hotel Europa adında bir oteldi. Otelde duş alıp biraz dinlendikten sonra hemen şehri keşfe çıktık.

Taranto’nun olduğu yer coğrafya olarak çok ilginç bir yer. Çok dar bir boğazdan geçilerek girilen oldukça büyük sanki bir göl gibi görünen bir koy var. Boğazın üzerinde de üzerinde kale olan küçük bir ada var ve bu adaya iki taraftan köprülerle ulaşılıyor. Adanın içinde de eski şehir var. Eski şehirde hava kararırken Ayşegül ve Otis ile yürüdük, hem akşam yemeği için restoran baktık hem de bu eski şehri keşfetmeye çalıştık. Eski şehir kelimenin tam anlamıyla eskiydi, binalar çok yaşlı ve güzel ama bakımsızlıktan her yeri dökülüyor. Buna rağmen binalarda muhtemelen göçmenler ve çok fakir insanlar yaşıyor. Bizim eski Beyoğlu’nun arka sokaklarını anımsattı bana. Onların arasında karanlıkta yürürken tedirgin olmadık desem yalan söylemiş olurum ama hiçbir sorun yaşamadan adanın diğer ucuna yürüyüp güzel bir pizza restoranı bulduk.

Ben normalde hamur işlerini çok sevmem, acıktığımda pizza aklımın ucuna bile gelmez ama İtalya’da yediklerimden sonra bu fikrim değişti. Daha doğrusu bunlar pizza ise benim daha önce yediklerime pizza denmez. Ertesi sabah ben Otis ile Taranto’nun diğer bölgelerinde uzun bir yürüyüş yaptım ve şehri çok sevdim. Muhtemelen İtalya’ya gelen yabancı turistlerin çok bilmediği ve gelmediği bir şehir burası. Benim de en çok sevdiğim şey bu zaten.

Bir sonraki hedefimiz İtalya’nın en ünlü kasabalarından birisi olan Amalfi’ydi. Yaklaşık beş saatlik bir yolumuz olduğundan kahvaltımızı yaptık ve yola koyulduk. Yine yollar, binalar, tarlalar oldukça bakımsızdı ve sürekli Güney İtalya ile Kuzey İtalya’nın dilleri dışında ortak yönleri olmadığını düşündüm. Sürekli ara yolları tercih ederek, yolumuzu biraz daha uzattık ama buraları keşfetmek de hoşumuza gitti. Salermo’ya kadar oldukça rahat geldik. Ama oradan Amalfi’ye gitmek inanılmaz zordu. O kadar yoldan sonra, ters direksiyonla, büyük gövdeli bir arabayla, daracık ve inanılmaz virajlı yollarda pür dikkat araba kullanmak çok yorucuydu. Bu yollarda araba kullanabildiğime göre dünyanın her yerinde kullanabilirim dedim. Virajların yoğunluğuna Google Maps üzerinden bakmanızı tavsiye ederim, anlatılır gibi değil çünkü.

Amalfi çok dik kayalıkların denize indiği bir yerde, burada nasıl ve neden yaşanır ki dedirten çok küçük bir yerleşim yeri. İnsanlığın yüzyıllar boyunca büyük emekler harcayarak böyle zor bir yeri yaşanılır hale getirdiklerini görüyorsunuz. İnsanlar eskiden motorlu arabalar yokken eşeklerle taşımışlar her türlü eşyalarını. Düz tarlalar olmadığı için dimdik yamaçları sekileyerek limon ağaçları dikmişler ve bu limonlardan yaptıkları limonçello adındaki içkiyi satıyorlar. Buraya bir daha gidersem tekneyle giderim diye düşündüm hep. Bu kadar zor bir yer olmasına rağmen turist kalabalığı da inanılmazdı. Burada da çok güzel bir pizza restoranında öğle yemeğimizi yedik, limonçello aldık ve o yolları karanlıkta geçmemek için hızlıca yola koyulduk. Hedefimiz çocukluğumdan bu yana en çok görmek istediğim yerlerden birisi olan Pompeii idi.

Pompeii’ye gitmek için kestirme olan yol, Amalfi’nin üzerindeki dik yamaçları çok keskin virajlarla tırmanıyordu. Ama artık bu virajlara alışmış bir şekilde 38 km’lik bir yolculukla Pompeii’ye vardık. Yol üstünde en tepeye çıktığımızda karşımıza bütün heybetiyle Vezüv yanardağı çıktı. Yol kenarında durup Otis ile güzel bir fotoğraf çektirdik. Bu tepeden Vezüv yanardağının, Pompeii’yi yıllar önce nasıl yok ettiği de çok iyi görülebiliyor.

Akşamüstü vardığımız Pompei’deki otelimize yerleştik ve şehirde kısa bir yürüyüşe çıktık. Kaldığımız otel Pompeii kalıntılarına da yakın olduğundan ertesi günü planladık bir yandan.

Küller altında kalan eski şehrin adında iki tane i harfi var ve Pompeii olarak yazılıyor, şu andaki şehrin adı ise tek i ile yani Pompei olarak yazılıyor. Sabah ben erkenden kalkıp önce Otis’i gezdirdim ve sonra onu otele bırakıp Pompeii’ye gittim. Sabah açılış saatinden önce oradaydım ve müze şehre ilk ben girdim. Otis ile sabah yaptığım iki saatlik yürüyüşün üzerine üç-dört saat de Pompeii’de dolaştım. Öğleden sonra da Vezüv yanardağına çıkmayı istiyordum, o yüzden bu olağanüstü güzel şehri hiçbir sokağını atlamadan gezebilmek için hiç durmadan yürüdüm. Vezüv’e de arabayla bir seviyeye kadar çıkıp sonra yürüyerek kraterin ağzına kadar çıkılabiliyormuş ama bende hiç enerji kalmayınca bundan vazgeçtim. Burayı en üç günlüğüne yeniden gelip gezmeyi de çok isterim doğrusu.