Kenya : Yeni Bir Sayfa

Geçen yıl ortağım Oliver Slipper’dan Londra Hayvanat Bahçesinde (London Zoo) düzenlenen ve kendisinin onur konuğu olduğu bir yemeğe davet aldım. London Zoo, ZSL (Zoological Society of London) tarafından yönetilen ve 1828 yılında kurulmuş dünyanın en eski bilimsel hayvanat bahçesi. ZSL de dünyadaki hayvanların ve yaşam alanlarının korunması için 1826 yılında kurulmuş bir yardım kuruluşu. Detayları merak edenler şu linke bakabilir : https://www.zsl.org/

Oliver, ortağı olduğu ve Mackolik’i de satın alan şirketi Perform Medya olarak, ZSL’in Nepal’deki nesilleri tehlike altında olan kaplanları koruma amaçlı bir projeye ciddi miktarda para yardımı yaptı. Yemekte bu yardımların miktarını artırmak için bir açık artırma düzenlendi. Açık artırmadaki ürünlerden birisi de Kenya’ya iki kişilik safari turuydu. Ben hem daha önce hiç Afrika’ya gitmediğim için hem de projeye katkım olması için en yüksek teklifi vererek bu turu satın aldım. O gece yanlış hatırlamıyorsam, yemeğe katılanlardan £500.000 civarında bir para toplandı.

Daha sonra bu turu ZSL’e hediye eden Cazenove+loyd (http://www.cazloyd.com/) adındaki acente ile iletişime geçip kızlarımızı da geziye dahil ettik. Geziyi kızlarımızın okullarının da tatil olduğu bir haftaya denk getirdik ve geçen hafta toplam 7 gece kalacak şekilde Kenya’ya gittik. Acente o kadar profesyonel çalıştı ki, sanırım bundan sonra her yere onlarla gideriz.

Toplamda 7 gün geçirmemize rağmen o kadar yoğun ve güzel zaman geçirdik ki, her şeyi yazmak istiyorum ama hepsini yazmak sayfalar sürecek. Bu nedenle yazıyı günlere bölerek yazmaya karar verdim. Umarım sıkılmadan hepsini okursunuz.

Günlere geçmeden önce bu gezinin benim için hayatımdaki önemli dönüm noktalarından birisi olacağını hissettiğimi söylemem gerekiyor. Bunun nedeni de Kenya’da normal turistler gibi değil de ZSL’in misafiri olarak gezmiş olmamız nedeniyle çok bilgilendirici ve bizlere olağanüstü şekilde değer verilerek gezmiş olmamızdı. Çünkü turistik bir gezide genellikle yaşanan gerçekleri görmek çok mümkün olmayabiliyor, biz bu kadar kısa sürede olabileceği kadar gördük. Yazımın en sonunda Sonuç bölümünü de bu konuya ayırmak istiyorum, o nedenle günleri atlasanız bile o bölümü okumanızı tavsiye ediyorum.

Gün 1 : Heatrow – Nairobi – Emakoko

7 Nisan 2017 sabahı erkenden kalktık ve Londra Heatrow havaalanından Nairobi’ye uçmak için yola çıktık. Heatrow’da bagajlarımızı teslim etmek için British Airways’a (BA) gittiğimizde görevli bayan vizelerimizi sordu. Acentemizin verdiği bilgilere göre, Kenya için herkesin internet üzerinden e-visa ya da Kenya’ya varınca kişi başı $50 vererek vize alabiliyorduk. Ben de öncesinden internet üzerinden başvuruları yaptım, kendim ve eşim Ayşegül için e-vizeleri aldım ama çocuklar için almadım. Çünkü sitede 16 yaş ve altı için vize başvurusu yapmanıza gerek yoktur yazıyordu. Ben ne olur ne olmaz diyerek bu sayfanın ekran görüntüsünü de yazdırıp yanıma aldım.

BA’deki görevli kadın bize çocukların da vizesi olması lazım deyince ben de aldığım yazıyı gösterdim, ama çok tepeden bir tavırla bu yazının kendisini ilgilendirmediğini, BA olarak kendilerinin vizesiz yolcu bindirmemek konusunda sorumluluğu olduğunu söyledi. Sonra BA’in güvenlik müdürü ile konuştu, o da 12 yaş üstü herkesin e-visa alması gerektiğini ve bu şekilde uçamayacağımızı belirtti. Tabi benim tepem attı ve tartışmaya başladık. Aldığım ekran görüntüsünün resmi siteden olduğunu, tekrar iyice kontrol etmeleri gerektiğini söyledim ve her nasılsa uzun konuşmaların sonunda bir anda güvenlik müdürü gidebileceğimize karar verdi. Ama bunu hatalarını kabul eder gibi değil de, sanki bize iyilik yaparmış gibi yaptılar. Ben de sonuçta uçabilir hale geldiğimiz için konuyu uzatmadım ama yapılan davranış 4 yıldır İngiltere’de yaşadığım süreçte karşılaştığım en rahatsız edici davranıştı.

Sonuç olarak kızlar vizesiz şekilde uçağa bindi ve uçakta BA görevlisi hostes bir anons yaparak, vizesi olmayan yolcuların, dağıtılacak vize formunu doldurarak girişte vize alabileceklerini söyledi. Yani boşu boşuna bizi üzmüşlerdi ve ısrarcı olmasam gereksiz yere uçağa binemeyecektik. 9 saatlik yolculuktan sonra Nairobi’ye vardık. Girişte normalde daha önceden yaptırmış olmanın zorunlu olduğu aşılarımızı kontrol etmesi gereken görevliler herkese geçin dedi. Pasaport ve vizeleri kontrol eden polis, Ezgi 16 yaşını 1 ay geçtiği için normalde vize alması lazım ama bu defalık almayalım dedi ve bizi geçirdi. Halbuki sitede 16 yaş ve altı için gerekmez diyordu, onların yorumu sadece 16 yaş altı için gerekmez şeklindeydi. Almamız gerekseydi, yandaki kuyruğa girip $50 verip alabiliyorduk. Uzun lafın kısası, gereksiz bir stresle gümrüğü geçtik ve valizlerimizi almak için beklemeye başladık.

Uçak çok büyük bir uçaktı ve çok kalabalıktı. Valizlerimizi beklemeye başladık, 4 valizimizin 2 tanesi geldi, diğerleri gelmedi. Bizim ve başka bir yolcunun daha valizleri Londra’da kalmıştı, her nedense direk uçuş olmasına rağmen getirememişlerdi. Bunun raporunu tutturduk ve dışarıda bizi bekleyen şoförümüz en az 2 saat fazla beklemek zorunda kaldı ama neyse ki bir yere gitmemişti. Şoförümüz ve acentemizin temsilcisi bizlere valizlerimiz için endişe etmememizi ve kendilerinin bize en kısa sürede ulaştıracaklarını söylediler ve dedikleri gibi 2 gün sonra geldi.

Böylece saat 21:30 gibi havaalanından çıkmamız gerekirken saat 23:30 gibi çıkabildik ve o geceyi geçireceğimiz Emakoko’ya doğru yola çıktık. Nairobi 4 milyon civarında nüfusu olan bir şehir ve şehrin hemen yanında 120 km karelik büyük bir milli park var. Bizim kalacağımız Emakoko’ya da bu parkın içinden geçilerek gidiliyor ve parkın içinde aslan dahil her turlu vahşi hayvan var. Emakoko’ya varınca kaldığımız lodge’a (küçük otel) girince Kenya’ya geldiğimizi anladık. Çünkü otelin lobisinden aslanların kükreme seslerini duyabiliyorduk.

Gece saat 1 gibi otelde olabilmiştik ve bizi kapıda karşılayan otelin yöneticisi Rachel, Kenya doğumlu ve Kenya vatandaşı olan ve nüfusun ancak on binde birini oluşturan beyaz azınlıktan dünya tatlısı, 70 yaşlarında bir hanımefendiydi. Bize hemen yiyecek bir şeyler hazırladılar.  Çok güzel ve sıcak bir sohbet sonrası saat 5’de uyanmak üzere saat 3 gibi yattık.

Aslında hem dinlenmek için hem de çok güzel bir yer olduğu için Emakoko’da bir gün daha kalsak daha iyi olabilir diye düşünmedik değil. Kenya’ya bir dahaki gidişimizde bu otelde biraz daha kalmayı çok isterim doğrusu.  Merak edenler için otelin linki : http://www.emakoko.com/

Gün 2 : Emakoko – Kilaguni Serena Safari Lodge

2 saatlik uykudan sonra uyandık ve sabah bizi Rachel karşıladı. Hafif ama çok güzel bir kahvaltı hazırlamışlardı. Kahvaltı sonrası Rachel hepimizi sarılarak uğurladı, valizlerimizle de bizzat ilgileneceğini söyledi. Wilson havaalanına Safarilink şirketinin küçük uçakları ile Kilaguni’ye gitmek üzere yola çıktık. Safarilink, Kenya’nın çeşitli noktalarına yolcu varsa kalkan uçaklar çalıştıran bir şirket ve ulaşımı son derece kolaylaştırıyorlar. Bizden başka 2 yolcu daha olan 12 kişilik bir uçakla Kilaguni’ye 40 dakikada vardık.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Kilaguni Serena Safari Lodge, Kenya’nın güneyindeki Tsavo West National Parkı’nda yer alıyor. Tsavo West ve Tsavo East parkları toplamda 22.000 km kare (bir kenarı 150 km olan bir kare gibi düşünün) olan çok büyük bir park. Yani İsrail’den daha büyük, Belçika’dan az küçük bir alan düşünebilirsiniz. Detaylı bilgi için : http://www.tsavopark.com/

Uçağın indiği toprak pistte zebralar ve antiloplar bizi karşıladı. Oradan da yürüyerek otele geldik ve acele bir kahvaltıdan sonra bizi bekleyen safari aracımızla ilk turumuzu yapmaya başladık. Bu arada dört çeker ciplerle yapılan bu Safari turlarına Game Drive deniyor. İlk turumuz olduğu için ne görsek ilgimizi çekiyordu. Bu arada biz gelmeden önce 5 aydır hiç yağmur yağmadığı için ciddi şekilde kuraklık çekildiğini ve biz geldiğimiz gün ciddi yağmur yağdığını söylediler. Londra’dan yağmur getirdiğimiz için çok mutluydu herkes. Çünkü bu parkta hayvanların en büyük dertleri su bulmaktı ve kuraklık dönemlerinde su bulmak için çok uzun mesafeler yürümek zorunda kalabiliyorlardı. Bu arada Kenya’da en yoğun turist dönemi en az yağış olan Mart ayı iken, en az yoğun olan donem de en yağışlı olan Nisan ayıymış.

Kenya’da çok çeşitli hayvanlar olsa da Big Five dedikleri aslan, leopar, fil, bufalo ve gergedan insanlar için en tehlikeli 5 hayvan ve bunlar en çok ilgi gören ve soyları da hızla tükenen hayvanlar. Buraya gelen herkesin amacı özellikle bu 5 hayvanı görebilmek. Söylediklerine göre bunların içinde de insanlar için en tehlikelisi bufalolar çünkü her zaman çok agresif oluyorlarmış ve bu yüzden insanları öldürme oranı hepsinden fazlaymış. Gergedanlar görülmesi en zor hayvan, çünkü çok az kalmışlar. Bu arada gergedanlar da Beyaz ve Siyah diye ikiye ayrılıyor, siyah olanlar ağaç yaprakları ile besleniyor ve çeneleri üçgen gibi daha dar. Beyaz olanlar ise yerden ot yiyorlar ve çeneleri su aygırına benzer şekilde geniş. Siyah gergedanlar çok daha tehlikeli hayvanlar ve Kenya’da bulunanlar daha çok siyah olanlar. Leoparlar da çok iyi saklanabilen hayvanlar olduğundan görülmesi çok kolay değil.

Sabah turumuzda bolca zürafa, zebra, antilop ailesinden çeşitli türler, bir maymun çeşidi olan babun, çeşitli kuşlar gördük ama en çok görmek istediğimiz aslan ve fili göremedik. Yağmur yağmış olması yüzünden su içmek için artık farklı yerlere gidebilmeleri isimizi biraz zorlaştırmıştı anladığım kadarıyla. Öğle yemeği için otele döndük ve öğleden sonra yapacağımız tura kadar biraz dinlendik. Öğlen turumuzda aslan ve fil görmek için başka yerlere gittik ama park o kadar büyük ki gezebildiğimiz yer oranı belki de yüzde 5’i bile değildir.

Ama sonunda bir fil ailesi görmeyi basardık. Afrika filleri ile Asya filleri arasındaki en büyük fark kulakları. Afrika fillerinin kulakları daha büyük ve şekli Afrika kıtasına benzerken, Asya fillerinin kulakları çok daha küçük ve Hindistan’ın şekline benziyor. Afrika filleri ayrıca çok agresif hayvanlar ve evcilleştirilemiyorlar. Yanına çok fazla yaklaşmaya kalkarsanız sizi kovalamaya başlıyorlar ve çok da hızlı koşabiliyorlar. Gördüğümüz bu aileye biraz fazla yaklaştığımız için baya bir heyecanlandık doğrusu.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Akşam otelde akşam yemeği yerken, otelin önündeki su göletine hayvanlar gelmeye başladı. Bir süre sonra 20’den fazla filin geldiğini görünce bütün gün boşuna koşturmuşuz diye düşünmedik değil doğrusu. Otel çalışanları gece yarısı başka bir sürü hayvanın da geleceğini söylediler ama biz 2 saatlik uyku ile durduğumuz için dayanamadık ve yattık.

Gun 3 – Kilaguni Serena Safari Lodge

Bir gün öncesinin uykusuzluğu ve yorgunluğu nedeniyle ertesi gün sabah otelde kalmaya karar verdik. Biraz geç uyanıp, otelde masaj yaptırıp keyif yapmak çok iyi geldi.

Öğleye doğru odaya gelen bir telefon ile ZSL’den Chris Gordon’un bizi görmek istediğini söylediler. Chris, 3 yıldır ZSL Kenya ofisini yöneten, 12 yıldan fazladır Afrika ve Asya ülkelerinde yaşayan Zooloji mezunu bir İngiliz. Kendisine ZSL’den bizim geleceğimiz bildirilmiş, o da 2 gününü bizimle geçirmek için Kilaguni’ye gelmiş. Onun gelişi ile gezimiz bambaşka bir boyuta büründü.

Birlikte öğle yemeği yedikten sonra öğleden sonra 2 araba Game Drive yapacağımızı söyledi. Game Drive’dan sonra da bizi parkın içinde ZSL’in desteklediği Siyah Gergedanların korunması için özel olarak ayrılmış çok geniş bir alanda kurulu olan Ngulia Rhino Sanctuary’ye götürdü. ( http://www.awf.org/projects/ngulia-rhino-sanctuary )

Burası çok sayıda Ranger dedikleri otomatik silahlı ve gergedanları ya da filleri avlamaya çalışan avcıları öldürme izni de olan korucular tarafından korunan çok özel bir yerdi. Normalde hiç kimsenin giremediği bu alana Chris sayesinde girdik. Chris saat 20:30 gibi gergedanların su içmeye geldikleri bir gölet olduğunu ve o zamana kadar kendisinin de ara sıra kaldığı 2 odalı, lojman gibi kullanılan bir kulübeye gidip yemek yiyeceğimizi söyledi.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Arabasında getirdiği marine edilmiş bir bonfileyi kendisinin yaktığı ateşte pişirdi ve inanılmaz bir manzarada, harika bir masa hazırladı. Kenyalı şoförümüz Ben, Chris ve bizler hayatımızdaki en keyifli akşam yemeklerinden birisini yedik.

Hava iyice karardı ama dolunay sayesinde biraz ortalığı görebiliyorduk. Korucularla birlikte göletin olduğu yere gittik. Karanlıkta ben bir şey göremiyordum ama göletin yanında korucuların kendilerini korumak için yaptıkları bir beton bölmenin içine girdik. Bize gece görüş dürbünü verdiler, o anda gözlerime inanamadım. En fazla 70 metre ilerimizde 3 tane dev gibi fil su içiyordu. Onların yanında bir sürü bufalo, antilop, çakal da vardı. Ama asıl görmek istediğimiz gergedanlar henüz gelmemişti. biraz daha bekleyince onlar da gelmeye başladı. Gergedanların gözleri iyi görmüyor ama burunları ve kulakları çok hassasmış, rüzgâr da bizden onlara doğru estiği için bizim varlığımızdan haberdar olduklarını anlayabiliyorduk. Mümkün olduğunca sessiz şekilde 2 saate yakın bu hayvanları izledik. Yaşadığımız bu 2 saat o kadar özeldi ki, şoförümüz Ben, 10 yıldır bu işi yapmasına rağmen ilk defa burayı görüyordu.

Böylece Big Five’tan 3 tanesini görmenin mutluluğu ile otele dönmek için arabalara bindik. Otele dönerken birden bire önümüzden bir şey geçti, Chris arabayı durdurdu ve 2 tane leopar geçtiğini söyledi. Sonra arabanın farlarını çalılığa tutunca, leoparlardan birisinin bize baktığını gördük, bir süre bakıştıktan sonra leopar çalılıklar arasında kayboldu. Böylece hiç ummadığımız bir anda dördüncüyü de görmüş olduk ve hedefte sadece aslan kalmış oldu.

Otele yaklaşırken birden bire inanılmaz bir yağmur yağmaya başladı, 2 metre önümüzü göremiyorduk. Bir yandan yağmur yağmasına seviniyorduk ama bir yandan da ortalığı sel götürecek diye korktuk. Chris bu yağmurların çok yerel olduğunu, bazı yerlere bu şekilde çok şiddetli yağarken bazı yerlere damla düşmediğini söyledi.

Yatmak için odalarımıza gideceğimiz sırada Chris, ertesi sabah Richard Moller adındaki bir arkadaşının 2 kişilik uçağı ile Kilaguni’ye bizi görmeye geleceğini ve parkın üzerinde bizi uçağıyla gezdireceğini, bu yüzden de sabah erkenden uyanmamız gerektiğini söyledi. Hiç beklemediğimiz bu uçak gezisi bizi fazlasıyla heyecanlandırdı.

Gün 4 -Kilaguni Serena Safari Lodge

Sabah 6:30 gibi uçuş pistinde Richard’i beklemeye başladık. Richard geldi ve önce Ayşegül’ü yarım saat gezdirdi. Sonra da beni 1.5 saat parkın üzerinde dolaştırdı. Bir gün önce gezdiğimiz gergedanları koruma merkezini, akşam yemeği yediğimiz kulübeyi ve gergedanları tepeden görmek inanılmaz bir deneyim oldu. Daha sonra onlarca fil, zürafa, bufalo ve diğer hayvanların üzerinden geçtik.

Richard bu küçük uçağı ile her gün parkın üzerinde uçarak avcıları bulmaya çalışıyormuş ve gördüğü şüpheli durumları koruculara bildirerek yasak avlanmanın önüne geçmeye çalışıyormuş. Kendisi de Kenya doğumlu ve Kenya vatandaşı 50-55 yaslarında beyaz azınlıktan birisi olan Richard, hayatını tamamen doğal hayatı koruma projelerine adamış ve her türlü riski de göze alarak inanılmaz bir mücadele veriyor.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Gergedanların boynuzlarının Vietnam, Çin gibi uzak Asya ülkelerinde kansere iyi geldiği, çok içki içilen günlerin sabahında ayılmaya yardımcı olduğu, afrodizyak etkisi olduğu gibi yanlış inanışlar yüzünden çok değerli olduğunu öğrendim. Kilosu $60,000’a satılıyormuş. Fillerin de dişleri yüzünden öldürüldüğünü zaten biliyordum. Bu iki hayvan bu yüzden çok ciddi şekilde tehdit altında ve avcılar da kazanç çok büyük olduğu için hayatları pahasına bu riski alıyor. Richard ve Chris sadece avcıları değil bunun ticaretini yapan kişileri de yakalamak için dedektif gibi çalışıyorlar. Ama her az gelişmiş ülkede olduğu gibi uğraştıkları en önemli konulardan birisi de rüşvet ile bu çabalarının boşa gitmemesi. Bu yüzden çok ciddi bir kamuoyu desteği yaratmak için de uğraşıyorlar.

Uçak gezimizin sonunda Richard kahvaltıda bize katıldı ve annesi öldürülmüş yavru bir leoparı yaşatmak için 20 aydır verdiği çabayı anlattı. Biz ağzımız açık şekilde bunları dinlerken bir yandan kendi yaşantımızı da gözden geçirip durduk.

Richard kahvaltı sonrası bizden ayrıldı ve biz de dinlenmek için odamıza gittik, yüzme havuzunda biraz zaman geçirdik. Sonra öğleden sonra Chris ve Ben ile birlikte oradaki son Game Drive’mızı yapmak için buluştuk. Harika yerler ve hayvanlar gördük. Daha sonra Mzima Springs adında bir yere gittik. Bulunduğumuz bölge tamamen volkanik bir bölge. Hatta çok yakın zamanda patlamış bir yanardağın lavlarının akıp donduğu yerleri bile görebildik. Mzima Springs bu volkanların arasında yer altı sularının yüzeye çıktığı büyük bir pınar. Bu pınar 50 kilometrelik bir nehir oluşturuyor ve bu nehirde su aygırları, timsahlar, balıklar, maymunlar dolu. Burada da dolaşırken birden bire bastıran yağmura yakalandık.

Daha sonra Roaring Rocks (Kükreyen Kayalar) denen bir yere gittik. Burası oldukça yüksek, rüzgarda kükremeye benzer sesler çıkardığı için bu ismi almış bir yerdi. Oraya çıkarken yağmur yağmaya başladı ama ellerimizde biralarımız tepeye kadar çıktık. Tepede yağmur yağarken güneş de olduğundan çok büyük bir gökkuşağını fotoğraflama şansı yakalamış oldum. Bulunduğumuz tepeden 360 derece etrafımıza bakabiliyor ve insan eli değmiş hiçbir şey görmüyorduk. Sadece yağmur ve rüzgâr sesi duyuluyordu. Doğayla bütünleşmek böyle bir şeymiş, onu iyice anlamış olduk.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Hava kararmaya başlamadan otele dönmeye başladık. Güneş batarken oluşan manzaralar nefes kesici güzellikteydi. Otele geldik ve Chris ile güzel bir akşam yemeği eşliğinde ZSL olarak doğal yaşamı korumak ile ilgili neler yaptıklarını detaylı şekilde konuştuk. Bugüne kadar bilmediğim o kadar çok şey öğrendim ki sayesinde, sonraki günlerde sürekli bir turist olarak değil de bir sosyal girişimci olarak neler yapabileceğimi düşünmeye başladım. Sözde hiç proje düşünmeyeceğim bir tatil olacaktı bu gezi ama tam tersine bir sürü proje üretmeye başladım.

Gün 5 – Ol Donyo

Kilaguni’deki harika geçen 3 günün sonunda Chris’den ayrılarak şoförümüz Ben ile Chyulu Hills National Park içindeki Ol Donya Lodge’a gitmek için yola çıktık. Ama Chris oraya giderken yolda MWCT – Maasai Wilderness Conservation Trust diye bir yere uğramamızı istedi.

Tsavo parkının hemen çıkışında tamamen doğanın ortasında bir kamp yeri gibi bir yere girdik, girişte bizi bir Maasai karşıladı. Daha sonra da kampın sorumlularından Güney Afrika vatandaşı Iain Olivier ve kendisi de bir Maasai olan Muterian Ntanin geldi. Bizi kamptaki herkesle tanıştırdılar. Bunlardan birisi kampın ve bölgenin tek doktoruydu. Bizi açık bir toplantı salonu gibi bir alana alıp 45 dakikalık bir sunum ile hem doğal yaşamı hem de burada yaşayan yerli halklardan birisi olan Maasai’leri nasıl birlikte korumaya çalıştıklarını anlattılar. Iain’in eşi ve 2 yaşındaki oğlu da bu kampta ve hayatlarını bu projelere adamış şekilde yaşıyor. Elektriğin sadece güneş panelleri ile sağlandığı, suyun tankerlerle taşındığı, en yakın kasabanın arabayla en az 2 saat uzaklıkta olduğu bir yerde böyle bir yaşam sürebilmek için insanın farklı bir motivasyonu olması gerekir ve ben bunu bu insanlarda gördüm.

Chris’in ayarladığı ve ZSL’in gönderdiği misafirler olarak orada yaşayan yerel halkın ve bu projelerde çalışan diğer insanların hikayelerini dinlemek çok büyük bir ayrıcalıktı. MWCT ile ilgili detaylı bilgiler için : http://maasaiwilderness.org/

Burada geçmiş yıllardaki en büyük sorun, hayvancılıkla geçinen Maasai halkının ineklerine ya da koyunlarına ya da bahçelerine saldıran aslan ve filleri öldürmeleriymiş. Bu proje ile artık böyle bir durum yaşandığında MWCT köylülerin zararlarını karşılamaya başlamış ve bu sayede öldürülen aslan ve fil sayısında çok ciddi azalma olmuş. Diğer bir sorun da savaşçılıkları ile ünlü Maasai erkekleri aslan öldürmeden erkekliğe adım atmış sayılmıyormuş. MWCT, bunun yerine Maasailer arasında bir olimpiyat düzenlemişler ve erkekliklerini burada kanıtlanması istenmiş ve bu çok tutmuş. Artık aslan öldürmek yerine şampiyon olmaya çalışıyorlarmış.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Buradan ayrılıp yola çıktık ve ilk defa köylerde yaşayan Maasai halkının gerçek ortamını arabadan da olsa gördük. Gerçekten büyük bir yokluk ve aynı zamanda vahşi hayvanlar nedeniyle büyük bir risk altında yaşıyorlar. Bir dahaki gidişimde en az 3-4 günümü bu insanlarla geçirebilecek şekilde ayarlamayı istiyorum, çünkü hepsi inanılmaz sıcak ve arkadaş canlısı insanlar. Kenya’da geçirdiğimiz 7 gün boyunca herkesi kendimize çok yakın hissettik.

Ol Donyo’ya giderken ana yoldan bir yola saptık, aslında yol demek bile doğru değil, çünkü sadece 4×4 arabaların gidebileceği 30 kilometrelik bir mesafeyi geçtik. Bu yolun 20. kilometresinde tek başına bir çocuğun elinde sopası ve bir poşetle yürüdüğünü gördük. Ben’e çocuğu arabaya almasını söyledim. Çocuk ana yoldan buraya 20 kilometredir yürüyordu ve hala yürümesi gereken en az 20 kilometre vardı. Suyu bitmiş, acıkmış ve iyice yorulmuştu. Kaç yaşında olduğunu sordum, 12 demesini beklerken 16 dedi. Elimizde ne kadar yiyecek varsa, su ve biraz da para verdik ve 5 kilometre sonra yolumuz ayrıldığı için bırakmak zorunda kaldık. Gece uyumak için güvenli bir yer bulup, sabah yola devam edeceğini ve çobanlık yapacağı ineklerin olduğu yere gideceğini söyledi. Kızlarımın kendi yaşlarındaki bir çocuğun hayatı ile kendi hayatlarını ne kadar karşılaştırabildiklerini bilemiyorum, ben hiç bir şey söylemedim, bunu kendilerine bıraktım.

Ol Donyo Lodge’a geldiğimizde otelin yöneticileri Max ve Jojo ile diğer çalışanlar bizi kapıda karşıladılar. Buraya gelmeden önce kime Ol Donyo Lodge’a gidiyoruz desek herkes en iyisidir demişti ve görünce biz de neden böyle dediklerini anladık. İçerisinde oturma odası, terası, geniş bir banyosu ve özel havuzu olan ve çok özenle döşenmiş 10 odalı bu butik otel, ayrıca tamamen kişiye özel yemekler yapan bir aşçıya da sahipti. Kendimizi bir cennete düşmüş gibi hissettik. Yolda gördüğümüz yokluk ve buradaki bolluk taban tabana bir zıtlık oluşturuyordu. Ol Donyo Lodge ile ilgili detaylı bilgiler için : http://greatplainsconservation.com/ol-donyo-lodge/

Öğle yemeği saatini geçirmiş olduğumuz için hafif bir şeyler atıştırıp saat 4’teki game drive’a kadar dinlenmeye çekildik. Saat 4’te bizi bekleyen şoförümüz Jeremiah ile buluştuk ve Big Five arasında tek göremediğimiz hayvan olan aslanları görmek istediğimizi söyledik. Chyulu Hills, Tsavo’ya göre daha küçük ama çok daha yeşil bir park. Bu nedenle daha sık şekilde bir çok hayvan görebiliyorsunuz.  Zürafa, zebra, antilop gibi hayvanlara artık bakmaz hale geldik ve doğrudan aslan görebileceğimiz yerlere gittik. Ancak 2 saate yakın aramamıza rağmen göremedik. En sonunda diğer iki arabanın şoförleri telsizle bize haber verdiler ve orada iki tane erkek aslan gördük. Dişi olan aslan bebekleri olduğu için çok utangaç olduğundan çalıların arasında saklanıyormuş. Anlattıklarına göre bu 3 aslan kardeşmiş ve geçen sene bir erkek kardeşleri daha varmış. Dördü birden bir zürafaya saldırmışlar ve zürafayı devirmişler ama zürafa erkek aslanlardan birisinin üzerine düşmüş ve hem aslan hem de zürafa ölmüş.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

O gün otele döndüğümüzde bizi Big Life Foundation adlı bir kurumdan Nikki ve Jeremy adında iki kişi bekliyordu. Yine Chris bizim geleceğimizden kendilerini haberdar etmiş ve onlar da Big Life olarak ne yaptıklarını bize anlatmaya gelmişler. Big Life, Richard Bonham ve Nick Brandt tarafından 2010 yılında kurulmuş kar amacı gütmeyen, yerel halkla birlikte kalıcı çözümler üretmeye çalışan çevreci bir sivil toplum kuruluşu. Nikki Amerikalı, Jeremy ise Güney Afrikalı ve bu kuruluşta çalışıyorlar. Bize yaptıkları sunumdan sonra birlikte çok güzel bir akşam yemeği yedik ve onların hikayelerini öğrendik, kendi hikayelerimizi anlattık. Gecenin sonunda ertesi gün Richard Bonham’ın bizi evine yemeğe beklediğini söylediler. Çünkü Chris onu da bizim geleceğimizden haberdar etmişti. Tüm Kenya bizi bekliyormuş da haberimiz yokmuş gibi bir durum yaşıyorduk doğrusu. Big Life ile ilgili detaylı bilgi için : https://biglife.org/

Bu arada Nikki ve Jeremy, bize çok ünlü bir fotoğrafçı olan Big Life’in kurucularından Nick’in imzalı bir fotoğraf kitabını hediye etti. Nick’in web sitesinden bu fotoğraflara erişebilirsiniz, mutlaka göz atın : http://www.nickbrandt.com/ 

Gün 6 – Ol Donyo

Bir gün önceden JoJo, game drive’i at sırtında mı yoksa yine arabayla mı yapmak istediğimizi sormuş, biz de atla yapmak istediğimizi söylemiştik. Sabah erkenden uyandık, çok hafif bir şeyler atıştırıp önce kendimize uygun başlıklarımızı seçtik ve atlarımıza bindik. At sırtında diğer hayvanların arasında gezmek daha farklı bir duygu gerçekten, onlarla aynı şartlarda olduğunu hissediyor insan. Yaklaşık 1.5 saat at sırtında gittikten sonra hepimiz yorulduk ve ben daha ne kadar gideceğiz dediğim anda biraz ötede karşımda inanılmaz bir manzara gördük. Çok güzel bir ağacın altına 4 kişilik bir masa konmuş, üzerinde beyaz örtü ve kahvaltı hazırlanmış. Öyle büyük bir sürpriz oldu ki bizim için hepimiz şaşkınlıktan dilimizi yutar hale geldik. Hayatımın en keyifli kahvaltılarından birisini yaptık. Sonrasında da otele yine arabayla döndük.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Otele döndükten sonra öğleden sonraki game drive’a kadar odanın keyfini çıkaralım dedik ve havuzda zaman geçirdik. Öğleden sonra çıktığımız turdaki amacımız çok sıkça görüldüğü söylenen Çita’ları görmekti ama ne yazık ki göremedik. Jeremiah, seneye de gelmemiz için saklandıklarını söyledi, biz de tamam öyleyse deyip mutlaka geleceğimizi söyledik.

Akşam Richard Bonham’in evine gitmek için hazırlanırken ben de internetten kendisi ile ilgili biraz araştırma yaptım. Meğer Kenya’nın en önemli insanlarından birisi tarafından ağırlanacakmışız. Kendisi ile ilgili bir kaç haberi buradan okuyabilirsiniz:  https://www.theguardian.com/environment/2014/dec/05/one-mans-fight-against-africas-ivory-poachers

ya da buradan:

http://www.telegraph.co.uk/travel/destinations/africa/kenya/articles/Tusk-Conservation-Awards-2014-The-White-Maasai-man-among-lions/

Richard,  2014 yılında en önemli çevrecilik ödüllerinden birisi olan Tusk Conservation Awards ödülünü kazanmış bir kişiydi ve ödülünü Prens William’dan almıştı. Akşam orman içinde tek başına duran evlerine gittiğimizde bizleri eşi, iki kızı ve 7 tane köpekleriyle karşıladılar. Sanki yıllardır tanışıyor gibi sıcak bir karşılamadan sonra biz kendimizi anlattık, çünkü onlar bizim kim olduğumuzu bilmiyordu, sadece ZSL ile ilgili birileri olduğumuzu biliyorlardı. Daha sonra Richard ve eşi de kendi hayatlarını anlattılar. Kenya ile ilgili o kadar çok bilgi edindim ki bunları başka bir şekilde öğrenmem çok mümkün olmazdı herhalde.

Kenya’da 42 kabile varmış ve her birinin de kendi dili. Bu kabileler birbirleri ile hiç anlaşamıyormuş ve Big Life yöneticileri kurum içinde çalışan farklı kabilelerden gelen insanlar arasında herhangi bir ayrım yapmadığını ispatlamak zorunda kalıyormuş. 42’den fazla kabileden 150’den fazla silahlı korucunun çalıştığı bir organizasyonu yönetmenin zorluğunu düşünebiliyor musunuz.

Richard ve eşi, 30 yıldan bu yana bu dağ evinde yaşıyorlar, çocukları burada doğmuş ve 6 yaşına geleni İngiltere’ye yatılı okula göndermişler. Çocuklar sadece uzun tatillerde eve gelmişler. Çocuklar da okullarında Kenya ile ilgili anlattıkları hiç bir şeye arkadaşlarının inanmadıklarını söylediler, bazıları onlarla Kenya’ya gelince anlıyormuş her şeyin gerçek olduğunu.

Bir ara konuşmanın ortasında Richard, filler geldi dedi. Hep birlikte sessizce evin bahçesine çıktık, bahçede küçük bir yüzme havuzu vardı ve havuzun diğer ucunda 3 tane dev gibi fil. Her gece havuzdan su içmeye geliyorlarmış ve Richard bu suyu tankerle para verip getirttiğini, her filin en az 200 litre su içtiğini, hatta içmekle yetinmeyip bol buldukları için birbirlerine fışkırttıklarını söyledi. Havuzun kenarına bir kamera yerleştirmişler ve gece boyunca buraya su içmeye gelen hayvanların fotoğraflarını çekiyorlar. Richard’in eşi Tara, yıllardır sabahları gazete okumak yerine o gece hangi hayvanların geldiğine baktıklarını söyledi. Bir gün önce çekilen resimlerdeki hayvanları gösterdiklerinde bunlardan birisinin bizim de daha önce gördüğümüz aslan olduğunu farkettik.

Richard’a bu kadar kısa sürede benim de bir çok proje düşünmeye başladığımı söyledim, bazılarını paylaştım da. O da bana tam da senin gibi proje üretecek, bu çabaları sürekli kılmak için daha çok insana ulaşacak insanlara ihtiyaç duyduğunu söyledi. Kendisinin tanıdığı ilk Türkler olarak harika bir geceden sonra otele döndük.

Gun 7 – Hemingways Nairobi

Sabah erkenden bizi almaya gelen Safarilink uçağı ile Nairobi’ye uçtuk. 40 dakikalık bir yolculuktan sonra Nairobi Wilson havaalanına geldik, oradan da Hemingways Nairobi adında 45 odalı butik bir otele geldik. Bu otel de her şeyiyle dört dörtlük bir oteldi ve çok yoğun gecen 6 gün sonunda bize çok iyi geldi. O kadar yorulmuşuz ki, masaj yaptırırken uyuyakalmışım ve masör beni uyandırmakta güçlük çekmiş.

Bu arada ünlü Amerikalı yazar Ernest Hemingway, bu otelin Mombasa’daki şubesinde kalırmış. Çok araştıramadım ama sanırım otelin ismi oradan geliyor. Ernest Hemingway’in ünlü kitaplarından olan Kilinmanjaro’nun Karları adlı kitabını burada yazdığını biliyoruz. Kilimanjaro Tanzanya sınırları içinde yer alan ve 5895m yüksekliği ile Afrika’nin en yüksek dağı. Biz hem Kilaguni’de hem de Ol Donyo’da kalırken kuzeyden ona bakar durumdaydık.

Bütün günü otelde dinlenerek geçirdikten sonra akşam yemeğine Chris ve eşini çağırdık. Chris’in Güney Afrikalı eşi Anne Marie de çevre konusunda çalışan harika bir insan ve bütün gece Kenya’da yaşadıklarımız, Nairobi’de yaşam, bizim Türkiye ve Londra’daki hayatımız üzerine konuştuk.

Chris ile ben de Casablanca filminin son sahnesindeki repliği söyledik birbirimize : “I think this is the beginning of a beautiful friendship”.

Gun 8 – Nairobi

Sabah çocukları otelde bırakıp son günümüzde bizi Nairobi’de gezdirecek şoförümüzle birlikte otelin çok yakınındaki Karen Blixen Müzesine gittik. Karen Blixen, Out of Africa romanının da yazarı ve bu romanda kendi hayatını anlatıyor. 7 Oscar kazanmış bu filmi seyretmeyen var mıdır bilmiyorum ama linki burada : http://www.imdb.com/title/tt0089755/

Ayşegül’ün en az 15 kez seyrettiği en favori filmi bu olduğu için bu müzeyi gezmemiz farzdı ve iyi ki de gezmişiz. Çünkü Karen’in Kenya için ne kadar önemli bir insan olduğunu anladım ben de. Meryl Streep ve Robert Redford’un çok başarılı oyunculukları ile öğrendiğimiz Danimarkalı Karen 1917 ile 1931 yılları arasında Kenya’da yaşayıp kahve üretmeye çalışmış. Sonunda iflas etmiş ama buradaki yerli halk için yaptıkları hiç unutulmamış. Hala bu bölgede bir çok kuruluşun adı Karen ile başlıyor. Nairobi’ye giderseniz buraya mutlaka uğrayın, biletlerinizi kapıdan alabilirsiniz.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Burada geçirdiğimiz 1 saat sonrasında yeniden otele dönüp çocukları ve valizlerimizi alıp Giraffe Center’e gittik. Evcilleşmiş diyebileceğimiz zürafaları elimizle beslemek çok zevkliydi. Hatta ağzımızla bile besledik. Buradan çıkıp Nairobi Mamba Village’deki Crocodile Farm’a gittik. Burası da son derece ilginç bir yerdi, bir sürü timsahı bir arada görmek, yavru bir timsahı elimize almak oldukça zevkliydi.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Öğlen şoförümüz bizi yeşillikler içinde güzel bir yere yemeğe götürdü. Nairobi oldukça yeşil bir şehir, denizden yüksekliği 1800 metre civarında olduğu için ekvatorun hemen güneyinde olmasına rağmen hava sürekli 20-25 derece arasında ve çok nemli değil. Deniz kenarında olan Mombasa’nın çok sıcak ve nemli olduğunu söylüyorlar, ama orayı görmeden Kenya’yı gördüm demeyin diyen Kenyalı insanlarla da karşılaştık.

Yemekten sonra Galeria adındaki bir alışveriş merkezine gittik. Buraya girerken arabayı ciddi şekilde aradılar. Bunun nedeni 2013 yılında Somalili İslami bir örgütün bir alışveriş merkezine yaptığı terör saldırısı sonucu 67 kişinin öldürülmesiymiş. Bu saldırı sonucu Kenya’da turizm çok ciddi bir darbe yemiş, bir çok otel kapanmış, çok fazla insan işsiz kalmış. 4 yıl geçmesine rağmen bu saldırının etkileri sürüyor ve bunu en iyi anlayan insanlardan birisi de biz Türkleriz tabi ki.

Galeria’da bir çok hediyelik eşya aldık, yerimiz olsa daha da alırdık. Özellikle abanoz ağacından oyarak yapılmış heykeller inanılmaz güzeldi ama taşıyabilir durumda olmadığımız için alamadık. Kenya kahveleri ile de ünlü bir ülke, bu yüzden büyük bir süpermarkete girdik, bir sürü kahve çeşidi arasından oradaki müşterilere sorarak bir kaç tanesinden aldık. Şu anda bu yazıyı yazarken o kahvelerden içiyorum.

Kenyalılar gördüğüm kadarıyla kahveyi daha çok French press ile yapıyor, böyle olunca da kahve tanecikleri de bardağa dökülebiliyor. Halbuki filtre kahve makinesiyle çok daha güzel olduğunu düşünüyorum. O yüzden şu anda Kenya’dan alıp evde yaptığım kahve orada içtiklerimden daha güzel bence.

Buradan da çıkıp son olarak yetim kalmış yavru fillerin kaldığı bir merkez olan The David Sheldrick Wildlife Trust’a gittik. Buraya gitme nedenimiz buradaki yetim bir fil yavrusunu evlat edinmiş olmamızdı, çünkü Kenya’ya gelmeden önce turizm acentemiz bize bunu hediye etmişti. İsteyenler bu fillere bağışta bulunarak koruyucu aile olabiliyor ve onlar da her ay bu ailelere fillerle ilgili bilgiler gönderiyorlar. Filler 3-5 yaşlarına kadar burada kalıyor ve daha sonra doğaya salınıyorlar. Doğaya uyum sağladığına inanılıncaya kadar gözlemeye devam ediyorlar. 1 aylık bile yavruların olduğu bu merkezde inanılmaz güzel manzaralar var. 1 yaşına kadar bakıcılar yavrularla aynı yerde yatıyor, çünkü fil yavruları çok duygusal ve sevgiye ihtiyaçları var. Bizim filimizin linki şu : http://www.sheldrickwildlifetrust.org/asp/orphan_profile.asp?N=345

Sizler de buraya siteye girip çocuklarınıza çok güzel bir hediye alabilir ve bu inanılmaz canlıların yaşamasına katkıda bulunabilirsiniz.

Fillerle geçirdiğimiz bu harika zamandan sonra Londra’ya dönmek üzere havaalanına gittik. Her anını dolu dolu geçirdiğimiz harika bir tatil oldu. Daha ayrılmadan özlediğimizi hissettik hepimiz.

Sonuç

Kenya gezisi bugüne kadar beni etkileyen en önemli gezi oldu diyebilirim. Bunun en öncelikli nedeni tanıştığım insanlar ve bu inanların yaptıkları heyecan verici çalışmalardı. Ben bugüne kadar Afrika’da yaşanan bir çok sorunla ilgili gelişmiş ülkelerin, kurumsal yapılarla çok daha etkin şekilde yardımda bulunduğunu sanıyordum. Ama bu kısa sürede gördüğüm kadarıyla burada da kurumlardan önce bu işlere gönül vermiş bireyler sayesinde yürüyor işler.

İkinci konu, burada yaşanan sorunların bir çoğu aslında Kenya’nın sorunu değil sadece. Yani buradaki doğal hayatı dünya mirası olarak düşünmek ve korumak için hep birlikte mücadele vermek gerektiğini düşündüm ilk defa. Bugüne kadar buraları korumak öncelikli olarak o ülkelerin sorumluluğu diye düşünürken, simdi onlarla eşit derecede bizim de sorumluluğumuz diye düşünmeye başladım.

Chris ile gergedanların korunması projesine ZSL üzerinden maddi destek sağlayacağımı konuştuk. Ama maddi destek dışında bu projelerin daha çok insana ulaşması, daha çok yardım toplanması ve sürdürülebilir şekilde doğanın ve insanların nasıl korunabileceği konusunda çözümler üretmemiz gerekiyor.

Zaten bu konuda daha detaylı bir yazı yazmak istiyorum ve bu yazı zaten çok uzun oldu ama sadece örnek olması acısından siyah gergedanlarla ilgili biraz bilgi vereyim. Tsavo’daki parkta 1970’lerde 8000 adet olan bu gergedanlar yasadışı avlanma sonucu 2002’de sadece 5 adet kalmış. Bu koruma projesinin başlatılması ile şu anda 92 adete çıkmış ve sayının artması için çok büyük bir mücadele veriliyor.

Yıllarca sürecek bir mücadele olacağı kesin, o yüzden ben bu projelere zaman ve para ayırmayı istiyorum. Bu projelerle ilgili yazılar yazmaya, daha çok bilgi vermeye çalışacağım, çünkü ben de bir çok şeyi son 10 günde öğrendim zaten. Benim bu çabama destek vermek isteyen doğa dostu insanlar olursa benimle her zaman iletişime geçebilir.

Bu gezi bana dünyanın sadece Türkiye demek olmadığını çok net gösterdi. Türkiye’de çok büyük sorunlarımız var ama bu başka sorunlarla ilgilenmememiz için bir bahane olmamalı. Ben harika projelerle uğraşan harika insanlarla tanıştım, gelin bu sorumluluğu sadece onların omuzlarına yüklemeyelim ve bir omuz da biz verelim.

Sürekli olumsuz haberler ile sinirlerimizin bozulduğu ülkemizin dışına bir bakış hepimize iyi gelebilir ve belki daha fazla enerji toplayarak ülkemizin sorunları ile de daha fazla ve çözüm odaklı uğraşmamızı sağlamak için umut verir.



Categories: Bütün Yazılar, Geziler

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: