Fırsat Eşitliği Mümkün müdür?

Yazıma 1981 yılında henüz 13 yaşında Uşak’ta Halit Ziya Uşaklıgil Ortaokulu’nda öğrenciyken yaşadığım bir anıyla başlamak istiyorum.

Sene ortasında İngilizce öğretmenimiz değişti ve tecrübeli önceki öğretmenimizin yerine henüz üniversiteden yeni mezun olmuş ve öğretmenlik hayatına yeni başlayan Hediye Çal isminde bir öğretmenimiz geldi. Sınıfta 40 küsur öğrenciydik. Hediye öğretmenimiz, ilk ders kendini tanıttı, daha sonra da o gelmeden önceki son sınavda notları en yüksek iki öğrenci olarak ben ve Yurdaer’in, bir de notları en düşük olan Cafer ve Necdet’in ayağa kalkmasını istedi. Ben ve Yurdaer arka sıralara yakın yan yana oturuyorduk, Cafer ile Necdet de en önde yan yana. Benim babam Uşak’ın önde gelen avukatlarındandı, Yurdaer’in babası da vali yardımcısı. Cafer ile Necdet ise devletin yetiştirme yurdunda kalıyordu, aileleri civar köylerde yaşayan ve çocuklarını yetiştirme yurtları olmasa okutamayacak ailelerdi. Yani aramızda ciddi bir sınıfsal ve ekonomik fark vardı. Hediye öğretmenimiz, onun derslerinde benim Cafer ile yer değiştirmemi söyledi. Bundan sonra onun derslerinde ben Necdet ile, Yurdaer de Cafer ile oturacaktı, sene sonunda Cafer ve Necdet’in alacağı notlardan da Yurdaer ve ben sorumlu olacaktık. Önce buna ben de Yurdaer de çok bozulduk. Sınıfta varlıklarından bile haberdar olmadığımız, doğru dürüst seslerini duymadığımız çocuklarla sene sonuna kadar yan yana oturmamız yetmediği gibi bir de onlara ders çalıştıracaktık.

Zaman geçtikçe ben Necdet ile, Yurdaer de Cafer ile arkadaş olmaya başladık. Ben Necdet’in yetiştirme yurdunda yaşadıklarını dinlemeye, onun dertlerini anlamaya başladım. Birbirimize yakınlaştıkça İngilizce dersi dışındaki derslerine de yardım ettim. O da bana hiç bilmediğim yurt hayatı hakkında çok şey öğretti. Sene sonu geldiğinde hem Necdet hem Cafer çok daha iyi notlar almış, davranışlarındaki o çekingen hava azalmış, derslerde konuşmaya cesaret edebilir olmuşlar ve bu beni de en az onlar kadar mutlu etmişti. O gencecik, en fazla 23 yaşındaki Hediye öğretmenimiz, ben yerine biz demenin değerini hepimize öyle güzel öğretmişti ki, onu da Necdet’i de aradan gecen 40 yıla rağmen hiç unutmadım. Şimdi geriye baktığımda ortaokulu kaçıncı olarak bitirdiğim değil, Necdet ile yaşadıklarım çok daha değerli görünüyor gözüme.

Bu anıyı anlatma nedenim ise kendimi bildim bileli duyduğum bir söz, ‘fırsat eşitliği’. Her sohbette fırsat eşitliğinin öneminden bahsederiz ve bu sağlansa dünyanın ne kadar güzel bir yer olacağı konusunda hepimiz sorgusuz sualsiz hem fikir oluruz.

Geçenlerde yine sevdiğim bir arkadaşımla yaptığım koyu bir sohbet sırasında bana fırsat eşitliğinin öneminden bahsettiği anda kafamın içinde şimşekler çakmaya başladı ve aslında hep doğru kabul ettiğim bu ifadeye onun beklediğinin tam tersine olumsuz bir tepki verdim. 

Çünkü uzun süredir üzerinde düşündüğüm ve kendim dahil hepimizin hayatı bir yarıştaymış gibi yaşıyor olmasından duyduğum rahatsızlığı yeniden düşünmeme neden oldu bu ifade. Öyle ki, fırsat eşitliği ifadesi kendi içinde, eğer fırsatlar eşitse hayatı yarışır gibi yaşamanın herhangi bir sakıncası yokmuş varsayımını içeriyor.

Düşününce aklıma gelen her konuda aslında sürekli bir yarış içindeyiz. Hep en güzel, en başarılı, en zengin, en akıllı, en güçlü, en sevilen, en çok sevabı olan, en hızlı koşan, en ağır kaldıran, en çok takipçisi olan, en çok beğeni alan, en çok alkış alan, en çok şirket kuran, şirketini en pahalıya satan, ‘en en en’, daha sayfalarca sayabilirim… Çünkü bize bebeklikten itibaren neredeyse bilincimiz yerine gelir gelmez öğretilen şey bu. En güzel bebek yarışması bile yapılıyor ve kimse bunu sorgulamıyor bile.

Çevresinde en zengin olan kişi, kendisinden daha zengin birisini gördüğü anda kendi zenginliğini düşünmeden mutsuz oluyor. Kendinden fakir birisini gördüğünde de kendini iyi hissediyor. En çok alkış alan kişi de başkası daha çok alkışlandığı anda mutsuz oluyor. Kendi mutluluğumuzu başkaları ile pozisyonumuza göre ölçüyoruz, çünkü her konuda başkaları ile bir yarış içinde hissediyoruz kendimizi. Kendimizi herhangi bir konuda iyi hissetmek için tek motivasyon kaynağımız daha iyi birisi tarafından geçilmemek, yani yarışta hep zirvede olmak.

Bu ‘enler’ peşinde koşarken, zaten ölüm ile limitli olan hayatımızı har vurup harman savurduğumuzu, çok azımız ilerleyen yaşlarda, eğer bu yarışlardan biraz başımızı kaldırabilirsek anlıyoruz. Büyük bir çoğunluk ise yarışlarla başlayan hayatlarını yarışlar içinde sürdürüp bitiriyor. Bunun farkına varanların yarışlardan vazgeçmesi de çoğunlukla mümkün olmuyor. Çünkü başka türlü bir hayat yaşamayı o yaşa kadar öğrenmemiş, düşünmemiş, deneyimlememiş bir insanın, bir yarış içinde olmadan kendini var etmesi çok zor. Böyle bir insanın kendini boşlukta hissetmesi ve anlam arayışı nedeniyle ciddi depresyona girmesi de son derece doğal tabii. Emeklilerin birçoğunun kısa sürede ölmesi ya da depresyona girmesi de genellikle bu yüzden.

İnsan doğasının içinde yarışma duygusu olduğu için bu şekilde yaşadığımızı ve bunun normal olduğunu söyleyenleri duyar gibiyim. Belki de öyledir, doğamızdan gelen, genlerimizde taşıdığımız bilgiler bizi böyle yapıyordur. Ben en temelde kendini güvende ve güçlü hissetme içgüdüsünün yattığını sanıyorum, günümüz dünyasında da bu güveni ve gücü temsil eden değerin para olduğunu düşünüyorum. İnsanlığın bugün geldiği noktada, ne kadar çok paran varsa o kadar çok takdir görür, mutlu olur, hayatı anlamlandırabilirsin inancı hakim olmuş durumda. Dünyanın en zengin insanı bile parasıyla hayatı daha keyifli yaşamak ya da ihtiyacı olan milyonlarca insana yardım etmeyi değil, onun yerine hiç kimseye güvenmemeyi, daha güçlü olmak için daha çok para kazanmayı tercih ediyor.

Kapitalizmin, teknolojinin de gelişmesi ile bundan önceki dönemlere göre bireyler üzerindeki yıkıcı etkisinin çok daha fazla artırdığını, insanları daha bencil, bireyci, yalnız ve acımasız yaptığını çok net söyleyebilirim. Eskiden bir köyde yaşayan insanlar kendi içlerinde bir ekosistem oluşturup, birbirleri ile yarışmak yerine çoğu ihtiyaçlarını birbirlerine yardım ederek, hatta adına imece dediğimiz bugün çoğu gencin bilmediği iş gücü paylaşımı yaparak çözerdi. Köylerde artık bir ekosistem yok. Aynı şey birçok meslek örgütünde de yok, herkes kendi başının çaresine bakmak, yarışı tek başına kazanmak derdinde. Şimdi köydeki bir gencin hayali ile bir metropolde yaşayan bir gencin hayali aynı ama bu hayal için aynı yarışta eşit olmayan koşullarda yarışıyorlar. Biz de yıllardır sanki çözümmüş gibi diyoruz ki, fırsat eşitliği olmalı ve bu gençler eşit şartlarda yarışmalı. Yani yarış olmasına karşı çıkmıyoruz da yarışın eşit şartlarda olmamasına karşı çıkıyoruz. Çok yanılmışız diye düşünüyorum.

Sonuç olarak, tek cümle ile ifade etmem gerekirse, hayatımızı yarışır gibi yaşadığımız sürece fırsat eşitliği sağlayamayız. Çünkü kazananların fırsatları eşitlemek için herhangi bir motivasyonu olamaz bir yarış içindeyken. Birbirinin omuzuna basarak, olabildiğince çok insanı yarış dışına itmek ve yarışı daha kolay kazanmak varken fırsatları eşitlemeye çalışıp kendi kazanma şanslarını neden azaltsınlar ki?

Bu nedenle özellikle içinde bulundukları yarışlarda fırsatlar açısından dezavantajlı olanların gerçekçi olmayan bir fırsat eşitliği talebi yerine, bazı konuların yarışma konusu olamayacağını, bu yüzden de sistemin değişmesini talep etmeleri gerektiğini düşünüyorum. Örneğin Türkiye’de ilkokul sonrası girilen özel okul sınavlarına giren milyonlarca öğrencinin çok azının iyi okullara girebildiği, bunların da gelir seviyesi yüksek ailelerin çocukları olduğu bir düzende, sınav öncesi koşulları eşitlemeye çalışmak ne kadar gerçekçi olabilir? Bunun yerine, paralı özel okulların kaldırılmasını, ülkedeki bütün okulların ücretsiz ve kalitesinin aynı olmasını talep etmek, bir devletin bütün çocuklara parası olsun olmasın aynı kalitede eğitim verme yükümlülüğü olduğunu savunmak daha gerçekçi değil mi? Yani bazen yarışmayı kazanmak için uğraşmayı reddedip herkesin kazanması için uğraşmayı tercih etmek gerekir. Bu da tabi ki tek başına yapılmaz, fırsat eşitliğinden muzdarip olanların örgütlü mücadelesi ile sağlanabilir. Bu başarılırsa parası olup özel ders alan, dershaneye giden, kazanınca okul parası ödeyebilen seçilmiş ‘kazananlar’ yerine herkes yani ülke daha da ötesi insanlık kazanır. Bakınız Finlandiya eğitim sistemi.

Bazı konularda yarışmak güzeldir ama eğitim, sağlık, barınma, beslenme gibi temel insan ihtiyaçlarının yarışmalar sonucu belirlenmesi akıl ve vicdan dışı geliyor bana. Dünyada milyarlarca eğitimsiz, hasta, evsiz ve aç insan varken, hangi yarışlarda hayatlarımızı harcadığımızı gözden geçirmekte yarar var sanıyorum. Hayatta esas olanın kendini aşmanın verdiği keyif olduğunu, hayata rekabet motivasyonu yerine kendini ve insanlığı geliştirmek motivasyonuyla bakıldığında birçok yarışın zaten anlamsızlaşacağını düşünüyorum.

Hediye öğretmenimizin bize 13 yaşında öğrettiği, ben yerine biz demenin önemini, hayatı bir yarış gibi görmeden yaşamayı seçmenin güzelliğini, karşısına çıkan herkesi yarıştaki rakibi değil de takım arkadaşı gibi görmenin önemini anlayan insan sayısının artmasının bu düzende ütopik bir düşünce olduğunun farkındayım ama bu olmadan fırsat eşitliğinden bahsetmenin ütopik olmaktan da öte imkansız olduğunu çok daha rahat söyleyebilirim.



Categories: Anılar, Bütün Yazılar

15 replies

  1. Güzel yazi , kendi hayatımda benzer düşündüm ama uygulayamadim, yarıştan uzak kalmadık çocuklarımi da tutamadım. Siz yapabildiniz mi Erdem abi?

    • Ben de hayatim boyunca kendimi cogunlukla yarisma icinde bulup ne yapiyorum ben dedim bol miktarda. Son yillarda baskalari ile yarismayi biraktim buyuk oranda, yarisim kendi icimde daha cok. Kendimi asmak daha buyuk keyif veriyor bana. Yanlis anlasilmasin, yarismak kotudur demek istemedim ben, ama yarismanin esiri olmak, hayati sadece bir yaris gibi gormek kotu ve yanlistir demek istedim. Cocuklarimizin uzerinde belki de en az etkisi olan insanlar biziz, bu yuzden onlari cevrelerindeki herkes yaris halindeyken bundan uzak tutmak kolay degil tabii, ama yaslari ilerledikce bizleri de daha iyi anlayacaklar diye umuyorum.

  2. Erdem abi selam.

    Fırsat Eşitliği çok değer verdiğim bir kavram olduğundan maili görür görmez o an uygulama geliştirdiğim halde bırakıp yazını açtım.

    Öncelikle çok teşekkür ederim; tüm yazıların için.

    Ufak tefek kendimce yorumlar yapmak istedim yazındaki bazı ifadelerine. Umarım yazıya benim de bir katkım olmuş olur.

    İlk yorum yapmak istediğim paragraf şurası:

    “Sonuç olarak, tek cümle ile ifade etmem gerekirse, hayatımızı yarışır gibi yaşadığımız sürece fırsat eşitliği sağlayamayız. Çünkü kazananların fırsatları eşitlemek için herhangi bir motivasyonu olamaz bir yarış içindeyken. Birbirinin omuzuna basarak, olabildiğince çok insanı yarış dışına itmek ve yarışı daha kolay kazanmak varken fırsatları eşitlemeye çalışıp kendi kazanma şanslarını neden azaltsınlar ki?”

    – Günümüz dünyasında kazanmaya bir game dersek kazanmanın bir zero-sum game olduğu varsayımı var burada fakat ben böyle olduğunu ya da en azından olmak zorunda olduğunu düşünmüyorum. Gelişmiş ülkelerden döviz gelir elde ederek gelişmemiş ülkelere katkı sağlayarak fırsat eşitliğine katkı sağlamak gayet mümkün görünüyor. Gelişmemiş ülkelerin üzerine basmadan da kalkınmak mümkün, üstelik gelişmemiş ülkelerin kalkınmasına destek olarak fırsat eşitliğine köstek değil destek olunmasında bir engel de olduğunu düşünmüyorum. Rekabet demek illa da birbirinin üzerine basmak demek olmamalı. Kaldı ki fırsatlar açısından dezavantajlılarla genelde rekabet dahi etmiyor bence gerçek anlamda kapitale sahip olanlar; birbirleriyle ediyorlar gibi duruyor genelde.

    Bir diğer yorum yapmak istediğim kısım ise şöyle:

    “Bu nedenle özellikle içinde bulundukları yarışlarda fırsatlar açısından dezavantajlı olanların gerçekçi olmayan bir fırsat eşitliği talebi yerine, bazı konuların yarışma konusu olamayacağını, bu yüzden de sistemin değişmesini talep etmeleri gerektiğini düşünüyorum.”

    – Burada fırsatlar açısından dezavantajlı olanlara bir sorumluluk daha yüklenmesinin hiç doğru olmayacağını düşünüyorum. Kaldı ki, yüklesek ne fayda? Gücün para olduğu konusunda hemfikirsek, bu kesimde para olmadığına göre, güç olmayacağından işleri oldukça zor olur. Hadi diyelim ki birleşecekler de birlikten güçlerini toplayacaklar, yine de çarpan etkisi değil toplam etkisi olacağından bir kapital sahibi şirketin katkısı bile çok daha fazla olacaktır diye düşünüyorum her koşulda. Sistem değişikliği de, fırsat eşitliği de evet olmalı; fakat bu gücün olduğu taraftan gelmek durumunda diye düşünüyorum. Dolayısıyla gücü eline alanlardan başka bunu sağlayacak taraf yok gibi duruyor.

    Bir de ben kendimce çocukluğum ve aile yapımdan dolayı fırsat eşitsizliğini tatmış biri olduğumu düşünürüm. Fırsat eşitliğinin olmaması ya da kötü taraflarının olması hiç de tartışmaya açık bir konu değil diye düşünüyorum. İnsana, insanlığa yakışanın, insan olmanın düşünmek, gelişmek, öğrenmek olduğu dünyada bunlara ayıracak imkanı olmayan insanların olması, bırakın açlıktan ölen çocuklar olmasını, günümüzün en üzücü ve utanç gerçeklerindendir diye düşünüyorum. Bu konunun “fırsat eşitliğini aramak çok da iyi değil mi acaba” diye sorgulanmasının ciddiyetle tekrar düşünülmesi gerektiğini de ifade etmek isterim.

    Eğer fazla ciddi gibi yazdıysam aceleyle işe devam etmek gayesindendir. Negatif bir enerji yaymak veya tartışmakla kavga etmek ayrımını bilmeyen biri gibi durmak hiç istediğim şeyler değil; umarım öyle hissettirmemişimdir. Birkaç görüş ve yorum ileterek yazıya katkıda bulunmak tek niyetim.

    Erdem Abi yazıların harikulade oluyor her şeyden öte çok ama çok teşekkür ederim.

    Selamlar.

    Murat

    • Merhaba Murat,

      Katkilarin icin tesekkurler. Yazdigim yaziya yaptigin iki yorumun da bekledigim tepkiler ve ben de tam bu yuzden yazdim bu yaziyi.

      Birinci yorumunda ulkelerin davranislari ile ilgili olarak gelismis ulkelerin (bu durumda kapitalizmin daha cok somuren tarafindaki ulkelerden bahsediyoruz), az gelismis ya da gelismekte olan ulkelere (yani somurulen ulkelerden bahsediyoruz) yardim etmesinin tek nedeni kendi refah seviyelerini artirmak icin olabilir. Kapitalizm gibi sistemde somuren ulkenin somurulen ulkeyi desteklemesini beklemek tum siyasi ve ekonomi tarihine de bilimine de aykiri bir iyimserlik olur. Birak firsat esitligini saglamalarini, sadece multeci sorununa yaklasimlarina bakarak, bu ulkelerin tek dertlerinin kendi refahlarini yuksek tutmak oldugunu cok net gorebilirsin. O yuzden somurulen ulkelerin kurtulusu somuren ulkelerden gelecek yatirim ya da yardimlarla olamaz, bu sadece o somurunun artmasini saglar.

      Ikinci yorumunda da ayni konuya bireysel bazda yaklasmis ve toplum icinde ezilen insanlarin yardimina da ezenlerin kosmasi gerektigini ifade etmissin. Ezilenlere sorumluluk yuklemek olarak gormussun benim soylediklerimi. Ben sorumluluk yuklemek amacli yazmadim bunlari, tek carenin bizi ezemezsiniz diye ayaga kalkmak oldugunu, bunu da orgutlu sekilde yapmalari gerektigini soyledim. Kapital sahibi sirketlerin hangisinde isci haklarinin iyilestirilmesi icin bir caba gordun bugune kadar? Varsa istisnalar, tek nedeni sirket sahibinin bireysel siyasi ve felsefi bakisi nedeniyledir.

      O yuzden yorumlarina katilamayacagim, hem ulke bazinda hem birey bazinda, careyi guclunun, ezenin insafinda gordukce daha cok ezilir, daha cok el acar hale gelir ezilenler.

      • Cevap için teşekkürler Abi.

        Sanırım ortak noktaya varamayacağız, varsın ince detaylarda ayrı düşünelim dimi. 🙂

        Abi iki cevabın da özünde şu şekilde olmuş; “İstisnalar hariç böyle bir örnek gördün mü?”, “Tam tersi yapılanlar ortada, aşikâr ve örnekleri çok.”

        Fakat bunlar “Dolayısıyla bu hiçbir zaman da böyle olmayacaktır.” anlamına çıkmamalı diye düşünüyorum. Var bir hayalimiz diyelim abi. 🙂 Napayım başka türlü hayat çok da anlam kazanmıyor benim için. Özetle, mevcut durumun böyle olup olmamasını değerlendirmiyorum, idealde olması gereken ve olabilmesi mümkün en makul durumu/çözümü yorumlamıştım. Kaldı ki ilerde öyle bir noktaya çıkılmayacağını da bilemeyiz sonuçta. İşte tam olarak bu yüzden ‘iyilerin’ gücü(sermayeyi) eline toplaması en gerekli şey, en iyi senaryo olacaktır diye düşünüyorum.

        Muğla’dan çokça sevgiyle abi,

        Murat

      • Idealde olmasi gerekenin guclulerin insafi oldugunu dusunmuyorum Murat, guc insafi degil acimasizligi getirir genelde.

        Sevgiler.

  3. Merhaba,
    Yazınızı okuyunca benim aklıma önce B.Russel’ın “İktidar”ı geldi. Uzun zaman önce okuduğum, sonra sıklıkla atıf yaptığım bir kitaptı. Bu vesileyle şimdi yeniden okuma (ya da dinleme) kararı aldım.
    Sonra benim de ilkokul sonrasını yatılı okuyuşumu hatırladım. Sizin anınızdaki arkadaşlar gibi dezavantajlı değildim. Üniversite mezunu bir babam vardı evde en azından. Ama politik görüşleri nedeniyle sürgün yerlerinden gelemeyen bir devlet memuru olduğu için kazandığım Anadolu Lisesini yatılı okumaya başlamak zorunda kalmıştım, ev saatlerce mesafedeydi çünkü.
    İdeal nedir ya da Hediye öğretmenlerin sayısı nasıl artar bilmiyorum. Tek bildiğim, ilişkilerimi ezme-ezilme üzerine kurmamaya çalışmak. Kolay olmuyor.
    Neyse, bunları değil de, insana bir sürü anıyı ve düşünceyi çağıran bir yazı okuma fırsatı verdiğiniz için teşekkür etmek için yorum yazmaya başlamıştım.
    Saygılar,
    Ulaş.

    • Bertrand Russell benim de cok siklikla hatirladigim bir insan. Hangi kitabiydi hatirlamiyorum ama o da aslinda toplumsal refah artsa bireysel refahin da daha fazla artacagini anlayan insanlarin azligindan bahsediyordu. Hatta bunu anlayan insanlarin kendi bireysel yasamlarinda da daha basarili oldugunu soyluyordu. Cok tesekkurler katkin icin.

  4. Erdem abi selam, ben de iki konuda eleştirel yaklaşmak isterim:

    “Eskiden bir köyde yaşayan insanlar kendi içlerinde bir ekosistem oluşturup, birbirleri ile yarışmak yerine çoğu ihtiyaçlarını birbirlerine yardım ederek, hatta adına imece dediğimiz bugün çoğu gencin bilmediği iş gücü paylaşımı yaparak çözerdi”
    Ben köyde büyümedim ama dedem çiftçiydi o yüzden çok sık köye gider uzun süre kalırdık. İmece dediğimiz paylaşıma çok denk gelmedim (belki daha önce vardır), ama bizim köyde tarla sınırına göre 2 karış öteden su akıyor diye diye adam öldürüldü. Birinin köpeği, bir ineğe saldırdı diye biri ölesiye dövüldü. (Kadın hakları, din istismarı vs. hiç girmiyorum bile). O yüzden bana biraz romantizm olabilir gibi geldi bu yazdıkların 🙂

    “Bakınız Finlandiya eğitim sistemi.”
    Ben 10 sene Finlandiya’da yaşadığım için Türkiye’ye dönünce bana da çok soruluyor bu. Finlandiya kişi başına geliri bizim 5-6 katımız olması lazım ve nüfusu da İstanbul’un bir ilçesi kadar. O yüzden o modelin bize uygulanması şu anki koşullarda bana pek mümkün gelmiyor. Bizde maalesef resource çok daha az ve çok daha kalabalığız. Yani eğitim sistemini eşitlersek eşitlenen seviye maalesef aşağıda olacak. Bu iyi bir şey mi emin değilim?

    Finlandiya eğitim sistemi ile ilgili başka bir eleştirdiğim nokta da, en iyi üniversiteler sıralamasında Fin üniversiteleri pek yok. Eğitim sisteminin bu kadar meşhur olduğu bir ülkede, üniversitelerinin de çok iyi olmasını bekliyor insan ama hızlıca baktım Avrupa’da ilk-100’de Fin üniversitesi yok. Bu konuda sen ne düşünüyorsun garip geliyor mu sana da? Benim bundan çıkardığım sonuç, eşitleyici yaklaşım ortalama olarak daha iyi olsa da outlier sonuç üretme konusunda (yani bir alanda top research olması gibi) çok iyi sonuç vermiyor.

    • Merhaba Kemal,

      Ben universiteye kadar koy-sehir arasi bir yasam surdum, imece olarak calismak bir zorunluluktu o zamanlar ve oldukca da yaygindi. Ama bunu soyledim diye her sey gulluk gulistanlik demiyorum tabii ki, yazida da belirttigim gibi babam avukatlik yapiyordu Usak’ta ben de onun yaninda sekreterlik yaptim uzun sure. O yuzden ne tur olaylar yasandigi konusunda da baya fikrim var. Benim vurgulamak istedigim sey eski ile yeni koy duzeni arasinda bireysellik ve toplumsallik anlaminda yasanan farkti. Yani romantik bir koy kulturu hayrani degilim.

      Finlandiya’daki egitim kalitesinden bahsederken soyledigim sey de parayla alakali degil. Oradaki egitim sisteminde cocuklara derslerindeki basarilara gore not verilmiyor, cocuklar birbirleri ile yaristirilmiyor. Cocuklar oyunla ogreniyor, yarisarak degil, kollektif calisarak ogreniyorlar, yonetimde soz sahibi hepsi, demokratik olmayi, baskasinin haklarina saygi gostermeyi o yasta ogreniyorlar. Bunun icin gerekli olan sey para degil, vizyon.

      Finlandiya universitelerinin kalitesi hakkinda bilgim yok ama ben dunya universite siralamalarinin da artik tamamen ticari oldugunu dusunuyorum. Universitelerin cogu artik ticarethane olmus durumda. Bence universitelerin durumu ayri bir arastirma ve yazinin konusu olabilir.

      • Evet Finlandiya eğitim sisteminin farklı yönleri var. Senin dediğin gibi çocukların oyunla kolektif çalışmayla öğrenmesi gibi (hatta çok az ödev olması, okul saatlerinin az olması da bunlara ek). Ama burada çuvaldızı kendimize batırayım, TR’de en iyi özel okul bile okul saatlerini azaltsa, ödevi sıfırlasa, okulda da yemek yapmayı falan öğretse bir çok veli şikayet eder 🙂

        Bir farklılık da Finlandiya eğitim sisteminde bir okulun çok öne çıkmasından çok, ortalamanın iyi olmasına uğraşıyorlar. Benim bildiğim kadarıyla mesela bir okulda öğretmenlerin veli ve çocuklardan aldığı puan çok artarsa (yani okul ortalamanın çok üzerine çıkmaya başlarsa), öğretmenleri başka okullara yolluyorlar. Yani yaptıkları optimizasyon ortalamayı iyi tutturmak.

        Bu mesela ilginç geliyor bana, hangisi daha iyidir bilemiyorum. ABD’de çok çok kötü üniversiteler olduğunu da biliyoruz ama MIT, Berkeley, Stanford, Harvard da ABD’de (yani varyans çok fazla). Üniversiteler ile ilgili yaptığım yorum bununla ilgiliydi biraz sıralamadan çok (aslında senin yazdığın konuyla direk de alakalı değil, bana ilginç gelen bir konuda fikrini almak için paylaşmıştım 🙂 )

      • Ben ortalamanin kalitesini yukseltmeyi tercih edenlerdenim, cunku ozellikle ortalamayi yukselttikce firsat esitligini de daha iyi saglamis olur ve daha cok insanin basarili olma sansini artirabiliriz. Ben bir kisinin 1 trilyon dolar kazanabildigi ama milyonlarca evsizin yasadigi, sigortan yoksan hastaneye gidemedigin ABD’deki sistem yerine, hic kimsenin milyar dolar kazanmadigi ama herkesin sicak bir evi, gidebilecegi bedava bir hastane olan bir ulkeyi tercih ederim. ABD deyince aklina ilk gelen dunyanin en zengin insanlarinin yasadigi degil, en cok evsizin yasadigi ulke gelmesi durumunda daha iyi anlasilabilecegimi saniyorum.

        MIT, Berkeley gibi universiteri dunyanin en iyi universiteleri yapan en onemli etkenin zaten dunyanin en iyi ogrencilerinin oraya gitmek icin yarismasi oldugunu saniyorum. O ogrencilerin hepsini al Finlandiya’daki bir okula koy, muhtemelen daha kotu bir egitim almis olmazlar, hatta sadece zengin olmayi hedefleyen degil, toplumu dusunen mezunlar verme orani daha yuksek olabilir 🙂

  5. Erdem abi bu konu çok su kaldırır, belki bir gün karşılıklı da sohbet edebiliriz 🙂 selamlar sevgiler…

  6. Merhaba, yazınızı okuduğumda aklıma hemen “3 İdiots” Hint filmi geldi. Anlattığınızı görsel olarak anlatan bir film. Fakat hayatınız ile anlattığınız öykü fırsat eşitliğini yansıtmıyor bence. Daha çok sosyo-ekonomik bir düzeyden kaynaklanan sorun nedeniyle belki istendik belki de istenmedik şekilde empati kurmayı öğrenmişsiniz. Eğitim sistemimiz için söylediklerinize katılıyorum. Fin eğitimi gibi Türk kültürü ile bağdaşan sistem oluşturulmalı.
    Fırsat eşitliğini etkileyen bir çok faktör var; cinsiyet, inanış, batıl inanç, sosyo-ekonomik düzey daha bir çok şey sıralayabiliriz. Ne anlatmak istediğinizi işin içinde olduğum için çok iyi anlıyorum. Yazınız için teşekkürler…

Bir Cevap Yazın

Erdem Yurdanur sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et