Sanırım AKP’nin iktidarı ile geçen dönemde geldiğimiz en önemli nokta, onlar ve bizler olarak toplumun tam ortadan ikiye ayrılmış olmasıdır.
Dini, yaşamının tam ortasına koyanlar, koymayanlara “onlar” olarak bakmaktayken, aynı şekilde dini, tamamen bireysel bir olgu olarak değerlendirip laik bir düzeni savunan kişiler de, laik düzene karşı olanlara “onlar” olarak bakmaktadırlar. Her iki tarafın “onlar” diye gördüğü karşı tarafı, artık neredeyse düşman gibi değerlendirdiği, tahammülsüzlüğün sınırlarını zorlayan bir durum var ortada. Ve de gittikçe artmakta, toplumumuzu gittikçe daha da gerilen bir ortama sürüklemektedir.
Geldiğimiz bu noktaya tesadüfen gelmedik. Hiçbir sonuç nedensiz olmaz. Bizi bu sonuca getiren süreçlerin ve toplumsal gerçeklerin tarihi eskidir.
Öncelikle en temel gerçek olarak İslam dini, özünde bütün dinlerle aynıdır. Ancak diğer dinlerden farklı olarak, toplum düzenini sağlama amacı bütün dünyada hala çok aktif şekilde devam etmektedir, çünkü müslümanlık son büyük dindir ve henüz sınıf savaşlarında büyük bir yenilgi yaşamamıştır. Kuran’da mirasın kız ve erkek çocuklar arasında nasıl paylaşılacağından, nasıl evlenilip boşanılacağına, bir nevi vergi demek olan zekatın nasıl verileceğine, aklınıza gelebilecek hemen hemen her toplumsal konuda kurallar tanımlanmıştır ve zaten bugün de bu kurallarla yönetilen birçok ülke mevcut dünya üzerinde. Kuran iddia ettiğinin aksine insanların iç dünyasından çok çevrelerindeki dünya ile, öbür dünyadan çok bu dünya ile ilgilidir. Kuran’ı okuyup anlayanlar ve inananlar da doğal olarak gereğini yerine getirmeye çalışırlar.
Cumhuriyet sonrası Mustafa Kemal Atatürk, o güne kadar şeriat kurallarıyla yönetilmiş bir ülkeden, batı ülkelerinde geçerli olan ve dinden bağımsız hukuk kuralları ile yönetilen yeni bir ülke yaratma çabasına girişti. Yüzyıllarca şeriat kurallarıyla yönetilen, dinini herşeyin üzerinde gören insanlar için, bunlar çok kolay kabullenilecek ve içe sindirilebilecek değişiklikler değildi doğal olarak. Özellikle iletişim ve ulaşım olanaklarının son derece sınırlı olduğu, okuma yazma oranının çok düşük olduğu, ekonomik olarak bir yıkımdan çıkmış, hayatında din hocalarından başka sözünü dinleyecek hiç kimse görmemiş bir halkın elinde dinden ve cennet hayalinden başka hiçbir şeyi yokken… Atatürk ve arkadaşları, dini toplum hayatından tamamen silmeyi değil, devlet işlerinden ayırmayı hedeflemişlerdi. Bu; hiç de kolay bir hedef değildi.
Menemen olayını hatırlayalım, Atatürk’ün yapmaya çalıştığı bu köklü değişikliklerin, halkın din duygularına karşı ne kadar kolay sömürülüp ne kadar büyük olaylara neden olabileceğinin çok acı bir örneğidir.
Böylesi bir psikolojik yapıya sahip bir ülkede din, siyasi partilerin her zaman en kolay ve en ucuz oy toplama aracı olarak kullanılmıştır. 1980 darbesine kadar merkez sağ partilerin, Atatürk’ün kurduğu partiye rağmen iktidarı ele geçirmesi ve bu kadar süre iktidarda kalmasının en temel nedeni de, halka dini her zaman CHP’den çok daha fazla sahiplenebildiğini göstermesiydi. Söylemlerinde her zaman Allah’ın ve Muhammed’in adını anmak, sağ partilerin en temel yöntemi olmuştur tarihimizde. Tabii AKP döneminde zirveye çıkmıştır bu yaklaşım.
Yeri gelmişken babamla 25 yıl önce aramızda geçen bir konuşmayı anlatmak istiyorum. Babam avukattır ve hayatının 30 yılını CHP il yönetiminde harcamıştır. Üniversitede okurken sosyalist görüşlere sahip olduğumu anlayınca beni karşısına aldı ve dedi ki, “Ben kendi köyümden çıkmış ve okumuş tek insanım, şu anda köyün en zengin insanıyım ve köydeki tek solcu da benim. Bu ülke öyle garip bir ülkedir ki, ben solcu ve zengin olduğum halde emekçi köylünün hakkını savunmaya çalışıyorum, köylü de sağcı ve fakir olduğu halde zengin olan benim hakkımı savunuyor. Böyle tezatlar ülkesinde siyasetle uğraşmanı tavsiye etmiyorum”. Babamın bundan 25 yıl önce söylediği bu sözlerin hala geçerli olduğunu görmek üzücü bir durum. Hala kimin kimi ne için savunduğu belli değil.
Sosyal demokrat laiklerin temel bir hatası vardı. Nedeni ve kökeni ne olursa olsun dışlayıcı ve son derece elitist tavırları. Atatürk’ün bir köylüyü can kulağıyla dinlediği ünlü bir fotoğraf vardır. Bu fotoğraf insanların yüzünde bir gülümseme oluşturur. Bunun nedeni Atatürk’ün can kulağı ile dinleme davranışının bizim siyasi dünyamızda istisnai bir davranış olmasıdır.
Başörtüsünün bugün bu kadar prim yapan bir konu olmasının arkasında yatan en temel nedenin, toplumumuzdaki bu elitist tavrın altında ezilen insanların kendilerini anlayan birilerini buldukları duygusunu hissetmeleri olduğunu düşünüyorum. Bugün Erdoğan’ın benim “başörtülü kızkardeşim” söylemi bu ezikliği iyice kışkırtan ve de kendisi için kullanan bir söylem çünkü.
Sosyal demokratların elitist tavrı ile aşağılandıklarını düşünen insanların başörtüsünü bir bayrak gibi taşımaları anlaşılır bir tavırdır bana göre.
Terörü bitirme bahanesi ile gerçekleşen 1980 darbesi toplumu adam etmenin yolunu dini değerleri önplana çıkarmak olarak görmüştür. Din dersleri zorunlu yapıldı, muhalif her türlü düşünce terör sayıldı, onlarca insan idam edildi, binlercesi işkenceden geçirildi. Toplumsal kurtuluş düşüncesi tamamen yerle bir edilip yerine bireysel kurtuluş pohpohlanmaya başlandı. Turgut Özal ile geçirilen dönem “benim memurum işini bilir” ile özetlenebilecek ve her yoldan zengin olmanın mübah olduğu yeni bir toplum yarattı.
Rol model olarak sunulan insanlar mafya babaları, hiçbir derinliği olmayan sözde sanatçılar, spor ahlakı son derece az futbolculardı. Amerika’nın küçük bir versiyonu yaratılmaya çalışılıyordu, başarıldı da. Televizyon dizilerinde her türlü yasadışı ya da ahlak dışı olay konu olurken, bunları seyredenlerin birçoğu da dini hayatının temeline koyan insanlardı. Günahkarları seyretmekten zevk alan garip bir toplum oluştu ve bana göre dinin işe yarar diye niteleyebileceğim tek tarafı olan ahlak da bu şekilde yok edildi. Dindar ama bir o kadar da ahlaksızlıklara hoşgörülü bir toplum oluştu.
İşte 80 sonrasında böyle bir toplum yaratılırken, bugünkü durumdan rahatsız olanlar rehavet içindeydi. Türkiye asla İran gibi olamazdı nasılsa..
Bilime, sanata, doğaya karşı son derece ilgisiz ve bilgisiz bir toplum olarak düşüncelerimizi ifade etmekte de yetersiz olduğumuzdan, herşeyi etiketlemeyi ve sınıflamayı severiz. 12 Eylül öncesi, insanların bıyıklarından anlardık hangi gruba ait olduğunu, söylediklerinden veya yaşam biçiminden anlamanız mümkün olmayabilirdi çünkü. Bugün de insanların giydiği şalvarın, bıraktığı sakalın, taktığı türban ya da başörtüsünün başka başka anlamları var.
Sağcısı, solcusu, dindarı, ateisti hemen herkesin şekilci olduğu, her ne şekilde olursa olsun zengin olmanın temel değer sayıldığı, bilimin ve teknolojinin sadece kopyalamak olarak anlaşıldığı, sanatın gereksiz bir keyif aracı olarak görüldüğü, doğanın bir tüketim malzemesi olarak harcandığı, dinin en güzel günah saklama aracı olduğu bir toplumda iktidarlar gelip geçer, ama sorunlar aynen devam eder.
Hepimizin oturup önce kendimizden başlayarak çok ciddi bir özeleştiri yapması gerekiyor, kısa vadeli mücadeleleri unutmadan orta ve uzun vadeli yani nesiller boyu sürecek çalışmalar yapmamız gerekiyor. Soran ve sorgulayan bir nesil yetiştirmeden, temelde hiçbir şeyi değiştirmenin mümkün olmadığının bilinciyle, toplumdaki tüm çocukların gelişimini, kendi çocuklarımızınki kadar önemsemeliyiz. Ne bu dünyada ne öbür dünyada bireysel kurtuluş diye birşey olmadığını, bunun sadece egemen sınıfların egemenliklerini sürdürme aracı olduğunu kavramamız gerekiyor artık.
Bugün bu çok can sıkıcı noktaya geldiysek, bir nedeni de bugüne kadar fazla rehavet içinde yaşamamız ve hayatı yeterince ciddiye almamamızdır.
İnsan diğer insanlarla yaşayan sosyal bir varlık, hayatı ciddiye almalı ve hakkıyla yaşadım diyebilmek için, mutluluğunu başkalarının mutlulukları ile çoğaltmak üzerine kurmalı, başkalarının mutsuzlukları üzerine abanarak değil.
Categories: Bütün Yazılar, Politik - Kritik
Güzel calışma. Tebrikler.
Harika bir yazı olmuş, bu kutuplaşma ortamında duygularıma ve düşüncelerime tercüman oldunuz Erdem Bey, böyle düşünen, olayları böyle görebilen insanların olduğunu görmek cidden güzel.
Türkiye deki bu kutuplaşma giderek artıyor malesef. Ve AKP bu kutuplaşmanın güçlenmesi için son 6 ayda çok çalıştı ve çok başarılı oldu. Öyle ki şirket ortamında bile haftada 3-4 defa bu tip tartışmalara şahit olmaya başladım. Herkes kendini bir tarafa dahil etme ihtiyacı içinde hissediyor. Herkes kendi tarafının siperine girince de ortada konuşacak kimse kalmıyor haliyle. Siperlere girince yapılacak şey belli, karşılıklı atışmak. Bu atışma şuan sözlerle oluyor ve umuyorum ki bu aşmada kalır.Yoksa bizi çok daha karanlık günler bekliyor.